24 Ocak 2008 Perşembe

Beşiktaş Aşkım ve Toshack



Övünmek gibi olmasın ama koyu bir Beşiktaş taraftarı olduğumu belirtmek isterim. Zaten blog sayfamdaki renk tercihimden de bunu anlamak çok zor olmasa gerek. Bugünlerde iş yoğunluğu sebebiyle arasıra maçları kaçırsam da halen en güncel takip ettiğim şeylerin başında takımım, Beşiktaş’ım gelir. Geriye dönüp baktığımda, özellikle 90’lı yıllardaki kartal aşkımı hatırladıkça, hala bu büyük sevginin sebebini bulmakta zorlanıyorum. Kesin olarak hatırladığım şey ise, hafta sonunun gelmesini iple çekmem ve maç başlayınca da galibiyet için sürekli dua etmemdir. Okula götürdüğüm ajandanın sayfalarına farklı yazı tipleriyle Sergen, Kuntz, Amokachi yazmamı ve canım sıkıldıkça yedekleriyle birlikte maç kadrosunu ajandama yazıp, sonra çıkan 11 ile kıyaslamamı hala çok net hatırlıyorum.

Bir de o günlerden aklımda kalan bir John Benjamin Toshack var ki kendisi renkli kişiliği ile o dönemki “efendi” ben için oldukça sıra dışı bir kişilik olarak hep hafızamdadır. Ayrıca rahmetli babamla izleyip kazandığımız son maç olan 1998 Türkiye Kupası Finali’nde (BJK-GS) de takımımızın başında olması ona ayrı bir önem vermeme sebep olmuştur. Toshack ile ilgili F Dergisi’nde öyle güzel bir yazı yayımlandı ki bir kısmını sizlerle paylaşmadan ya da en azından kendim için saklamadan edemeyeceğim. Gerçekten her cümlesi akıl ve mizah dolu bu kişiden herkesin biraz ders olması dileğiyle…
Şimdiki kulüp başkanlarına en büyük örnek olan Ali Şen, o zamanlar kendisini karanlık işler çevirmekle suçlayan Toshack'a “sen kimsin, beni dünya tanır demişti. Bunun üzerine Toshack. Televole muhabirinin elinden kaptığı mikrofonla Norveç sokaklarını dolaşarak her gördüğü insana “Ali Şen’i “tanır mısınız ?” diye sormuş hiç kimsenin tanımadığı o zamanların Türkiye futbolunun şaibeyle eşanlamlı hükümdarını tüm dünyaya tanıtmıştı: “Ali Şen bir palyaçodur”.
Futbol fakiri reyting kralı Toroğlu, o anda sonu gelmez gaflarından en efsanesine imza atacaktı. Büyük gururla o zamanlar Urfalı Babi’nin Türk sporunun seviyesini olabilecek en trajikomik şekilde tiye alan “Bastır Ankaragücü” şarkısından ilham olmuş takımın formasını giydiğini söylemiş, Toshack’la aynı seviyede olduğunu aklınca ispat etmek için “Hatta senin arkadaşlarınla, Rangers’la oynadık” diye göğsünü gere gere anlatmıştı. Toshack sadece “Tebrik ederim Erman, çok ünlü bir futbol adamısın” diye kesip atmış gülmekten ağlamamak için kendisini zor tutmuştu çünkü asla Gali bir futbolcu Glasgow Rangers’ta oynamazdı, bu bir katalanın Real Madrid’de oynaması hatta Yaser Arafat’ın İsrail bayrağını öpmesi kadar imkansız bir şeydi.Atatürk Kupası maçından önce kendisine “Siz nasıl PAF’larla gelirsiniz? Atatürk’e saygınız yok mu” diye soran gazeteciye (Erman Toroğlu’na) ‘Atatürk Türkiye’yi gençlere emanet etmedi mi?’ cevabını verdi.


Yeri gelmişken 1998 Türkiye Kupası'ndaki BJK-GS finalinde harika bir rövoşata golü atan Mehmet Özdilek'i de anmak isterim, fotoğrafı bulmak için çok uğraştım ama değdi...

6 Ocak 2008 Pazar

Bir Okur Mektubu...


İlk kez okuduğum bir şey için yorum yazıp bunu gönderdim ve ne mutlu bana ki ödüllendirildim. Arena dergisi için yazmış olduğum "okur mektubu"ndan bahsediyorum. Aralık sayısını okumaya başlamamla birlikte ben de yarattığı pozitif hava ile birlikte dergiye karşı o an bir vefa borcum olduğunu hissettim. Derginin ilk sayfalarında, okurlardan gelen mektupları dergide yayımladıklarını ve ayın en iyi mektubunun da ödüllendirildiğini okumuştum. Hemen bu fırsattan yararlanmak istedim. O pazar akşamüstü, nescafemi hazırlayıp birşeyler yazdım ve ertesi gün ofisten yolladım. Daha sonra heyecanlı bekleyiş başladı. Ayın 20'sinden sonra, onay maili gelmediği için wordde sakladığım mektubu bir daha yolladım. Yine bir mail gelmedi. Yapacak tek şey yeni ayı, Ocak'ı beklemekti. Öyle yaptım ve mutlu son: Mektubum Arena'da yayımlandı. Bu arada dergiyi bulmakta da bir hayli zorluk çektiğimi belirtmeden edemeyeceğim. Uzun lafın kısası, mektubu okuyamayan arkadaşlar için ve nostalji yapmaya ihtiyaç duyduğum anlar için işte o mektup:


Yaklaşık 3-4 ay aradan sonra Arena dergisini bu ay yeniden elime alma fırsatım oldu. Sabancı Üniversite’sinde master yaparken oda arkadaşımla ilk sayısını çok sıkıldığımız bir hafta sonu alıp, okudukça ve içerisindeki fotoğraflara baktıkça, “vay be artık Türkiye’de de artık erkeklerin kendini özel hissedebileceği bir dergi var” diye yorum yapmıştık. O ay tekrar tekrar incelediğimiz dergiyi satın alma mükellefiyetini dönem sonuna kadar bir ay O, bir ay da ben üstlenmiştik. Her ay içerik olarak bizi doyuran Arena, hiçbir zaman reklam kalabalığıyla okuyucu olarak bizlere sanki bir reklam buketi satın almış gibi hissettirmedi. Mezuniyet sonrası araya mülakat süreci ve yeni işimle ilgili eğitimler girince, geçen 3-4 aylık sürede dergiden uzak kaldım, ta ki bu Pazar sabahı alışveriş merkezinde dergileri gezene kadar…


Nedense yapım gereği dergiyi ayın başında almak gerektiğine inanıyorum. Belki çok mantıklı bir açıklaması olmasa da ayın ortasından sonra derginin içeriğinin “geçmiş” ya da “out-of-date” olduğunu düşünüyorum. İşte bu Pazar sabahı da “eski dost” Arena’yı görünce hemen dikkatim simli yazılmış Beckham ismine ve derginin yanındaki “The Football Factory” yazılı DVD’ye odaklandı. Hem ay başı, hem ilgi çekici konu, hem de izleyip çok beğendiğim bir filmin DVD’sini koleksiyonuma ekleme şansı, yani “3ü 1 arada” bir fırsat yakalamıştım. Dolayısıyla hiç düşünmeden aldım. Evime gelip derginin ambalajını heyecanla açtıktan sonra annemin öğle yemeği hazır diye bana seslenmesine kadar yaklaşık ilk 80 sayfalık bölümü bir çırpıda okumuştum. Okuduklarım gerçekten cezp ediciydi ancak özellikle belirtmem gerekir ki Marko Levi ile yapılmış olan röportajın tadı damağımda kaldı. Beğenerek okuduğum yazarın hakkında bir şeyler okumak çok hoşuma gitmişti. Ayrıca belirtmeden edemeyeceğim bir makale var ki o da Cihat Baker’in kaleminden çıkmış olan “Bir Zamanlar Fantezi Vardı”. Biz erkeklerin yaşadıkları süreçleri o kadar içten ve etkili bir üslupla yazıya dökmüş ki okurken kendi kendime “aa evet ya ne günlerdi” diye kendi kendime mırıldanmadan edemedim.

Dergiyi okurken kendi adıma fark ettiğim en önemli şey, iş hayatına atıldıktan sonra biz erkekler o yoğun temponun içerisinde, ve özellikle de bizi motive edecek birileri hayatımızda yoksa” kendimize bakmayı, son trendleri takip etmeyi biraz es geçiyoruz. Şahsen İstanbul’dan İzmir’e çalışmak için geldikten sonra giyim kuşam konusunda geri kaldığımı derginin sayfalarını çevirirken düşünmeye başladım. Belki de sırf bu yüzden adını “Online Alışveriş” başlıklı konudan duyduğum bir web sitesinden hemen aynı Pazar günü alışveriş yapma ihtiyacı duydum. Bu nedenle belirtmeliyim ki, sabahın erken saatlerinden akşamın geç saatlerine kadar ofislerinde kapalı kalan çalışan erkekler (ve belki de özellikle benim gibi finansçılar) için Arena gerçekten büyük bir ihtiyacı kapatıyor.

Bu bağlamda sizlere bir öneride bulunmak istiyorum. Eğer içeriğinize ekonomi ve iş dünyası ile ilgili, okuyucuları çok da rakamlarla boğmayacak kısa makaleler ya da gündemde olan konuların daha “soft” bir tarzla işlendiği konu başlıkları da eklemeyi denerseniz hem derginin var olan çizgisinden çıkmamış olursunuz hem de okuyuculara bir “bonus” vermiş olursunuz. Yine imkanlar dahilinde, küçük de olsa, bir otomobil ve tuning bölümünün Arena’da şık duracağını düşünüyorum. Lütfen bu yazdıklarımı derginizin içeriğini yeterli bulmadığım şeklinde algılamayın çünkü bu haliyle de Arena’yı gayet dikkatle ve ilgiyle okuyorum. Belki de bu yüzden 46. Sayfadaki fotoğrafın sol alt köşesindeki yazıdaki yazım yanlışını da bulabilecek kadar “tetikte bir okuyucu”su oldum Arena’nın.

Sonuç olarak, böyle kaliteli bir dergiyi Türk erkeği ile buluşturduğunuz için, göstermiş olduğunuz emeğe büyük bir saygı duyuyorum ve sizlere teşekkürü borç biliyorum. Umarım ki mektubum beğeninizi kazanır ve bu ay ki “Die Hard Quadrilogy” box setini kazanan okuyuculardan biri olurum.

Bir sonraki ayki sayınızı sabırsızlıkla beklerken, sizlere de şimdiden yeni yılda editörünüz Didem Hanımın da belirttiği gibi tüm güzelliklere ulaşmak için “çaba” diliyorum. Teşekkürler…

Google adsense

Analytics