15 Kasım 2009 Pazar

Volkan Yorulmaz Urfa’dan Bildiriyor…

Uh la la la la…
Volky çıktı yine nöbete…
Uh la la la la…
Volky yine tetikte…
Uh la la la la…
Volky yine kulede…
Uh la la la la…
Düşmana gün yüzü yok yine…

Kendimce eğleniyorum işte nöbetlerde böle. Çok keyifli olmasa da yine de sabır etme konusunda insanın becerisini oldukça geliştirdiği şüphesiz. Bu cumartesi günü çarşı izin listesinde adımın yanında “GÖREV” yazdığı için maalesef içerdeyim. Yaklaşık 1 saat sonra nöbete çıkacağım. İçerde farklı bir şeyler yapıp biraz müzik dinleyerek bir şeyler not almak istedim. Kısmetse ilerde dönüp askerlik günlerimi hatırlamak istersem iyi olur diye düşündüm. Askerliğin nesini hatırlamak isteyeyim ki diye düşünmüyorum. Çünkü bana nöbetlerin öğrettiği en güzel şey acı çekerken bile insan bir keyif alıyormuş ve birgün geriye dönüp baktığında insan o günleri de pekala özlüyormuş. İşte sırf bu yüzden nöbetlerde o nefret ettiğim Ankara günlerini bile içimde bir uhdeyle anımsıyorum ve “way be aslında o kadar da kötü değimli” diye iç geçiriyorum.

Bugün şafak “atarsa” 64! Yani Uşak. Plakasını önceden bildiğim şehirlerden, denetim için gittiğim, o güzel kebaplarını yediğim biryer olması sebebiyle bugünü sevdim. Ama sanırım asıl nedeni tatil günü olması. İçerdeyken en çok Cuma akşam saatlerinden keyif alıyorum. En keyifsiz olduğum anlar ise Pazar akşamı ile pazartesi sabahları oluyor. Buradaki pazartesi sendromunun sebebi “alay içtiması”. Zaten onu atlattıktan sonra günler akıyor bir şekilde. Bir şekilde diyorum çünkü akarken her zaman aynı güzellikte olmuyor. Ama yine de burada görmemek, duymamak ve kala almamak adına büyük bir gelişim sergiledim. Önceki kadar takılıp kalmıyorum karşılaştığım hoşnutsuz durumlara. He diyip geçmeye başladım bazı sinir bozucu olaylara.

Şafak doğan güneşe yaklaştıkça başlarda kurduğum büyük hayallerden öteye daha küçük hayaller kurmaya başladım. Sınav, kariyer gibi hedefler halen olsa da ailemle, sevdiklerimle beraber yemek içmek, kendime yeni bir şeyler almak, haftasonları evimde rahat rahat filmimi izleyip müziğimi dinlemek yapılacaklar listemde daha öncelikli bir hal almaya başladı.

Bir an önce şu günleri geçirip (ruh ve akıl sağlığı ile) İzmir’ime bir an önce dönmek istiyorum artık.

Volky nöbete kaçar,
Şafak atar…

11 Ekim 2009 Pazar

Urfa’da 2 Ay


Tarih 11 Ekim, yani Urfa’daki 2.ayım. Sabah saat 7:40. Gece 2-4 nöbeti sonrası 2 saatlik uykuyla ayaktayım. Ama çarşı iznimin olması içimi kıpır kıpır etmeye yetiyor.

Artık şafağım çift haneli. Şafak metrem bugün 98’i gösteriyor. Çift hanelere indirmek öncelikli hedefimdi, onu başardım, bir sonraki hedef şehirlere inmesi, daha sonra bayramda annemin yanıma gelmesi, sonra yeni kısa dönemlerin alaya gelmesi ve tek haneler…

Tanrı bana ve tüm askerlere sabır ve güç versin ki şu süreci en az hasarlara kapatıp sevdiklerimize ve özlediklerimize kavuşalım.

PS: avucumda elmas ve nergiz yazıyor. Böyle parola ve işaret seçen zihniyete selamlar!

4 Ekim 2009 Pazar

Urfa'da Köşe Yazısı

Bu yazıyı çarşıda okudum, hatıra kalsın istedim Haşmet'ten....


Yaşamak güzel!.. Berbat olan yaşadıklarımız!

***

Fizyolojiyi bir yana bırakırsak, zihin yapısı ve dünya algısı olarak "çocukluk" ne zaman biter? Ergenlikte mi? 20'li yaşlarda mı? İşe girince mi? Ne zaman, nerede biter çocukluk? Cevabım şaşırtıcı gelebilir ama gerçekte çocukluğun sonu çok erken gelir! Okula başlanır ve birkaç hafta sonra biter çocukluk! Çünkü okul başlayınca saat de işlemeye başlar. Yetişkinlerin saati!.. Çocuğun sabah uyanışını, evden çıkışını, derslerini, eve dönüşünü, oyun zamanını; daha doğrusu artık bütün hayatını düzene koyan saat! Oysa çocukluk "saatsiz"dir. Çocukluğun zamanı dakiklik nedir bilmez. Vahşidir, dilimlenmemiştir, programlanmaya direnir. Bir kez düzene girdi mi, gerçek çocukluk hapı yutar. Birden büyür çocuk. Dikkat edin, farkı fark edeceksiniz!

***

Zamanın değerini bil denir hep! Ama "zamanın değerini yetişkinler bilir, çocuklar bilmez" (Jay Griffiths) Çocukluğun değeri de tam oradadır işte!

***

Hastasına tutkuyla bağlanan hastabakıcı... Bazı aşk ilişkileri öyledir. Seven sevdiğinin "iyileşmesi"ni istemez! Ona bakar, kollar, kucaklar, "hapını" yutturur ama taburcu olmasına izin vermez. Ayaklarının üzerinde durmasını, sokağa karışmasını önler.

***

Durup dururken (!) aklıma Simone De Beauvoir-Jean Paul Sartre ilişkisi geldi yine! Daha doğrusu bu ilişkinin finali... Simone henüz liseli bir kızken tanışmışlardı. Hep birlikte oldular ama başka aşkların peşinden koşmayı da ihmal etmediler. Her seferinde birbirlerine döndüler. Yine de Simone'nin içinde "bu ilişkide bir eksiklik var" duygusu yer etmişti! Sanki bir türlü yeterince yakın değildiler. Hatta dostlarının anlattıklarına bakılırsa aralarındaki konuşmalarda hep resmi ve sakıngan bir dil hâkimdi! Ben Simone'nin o eksiği Sartre'ın öldüğü akşam gidermeye çalıştığını düşünür ve düşündükçe ürperirim. Olay şöyledir: Sartre'ın cansız, kangren yaralarıyla dolu ve pörsümüş bedeni hastanedeki odada çarşafın altında uzanmaktadır. Simone hemşirelerden izin ister, kapıyı kapatır ve çarşafı kaldırıp Sartre'ın yanına uzanır. Sabaha kadar orada kalır.

***

Çarçabuk bastıran yaz özlemleri: 1- Gecenin sabaha dönen saatlerine kadar kasaba meydanında bir kahvede oturup dostlarla sohbet etmek... 2-Sabah rüzgârla uçuşan perdeden sızan güneşe bakarak uyanmak.. 3- Bıçkın converse'ler, güzel ayaklara tembel bir uyumla bağlanmış şık sandaletler, güneş yanığı tenlerin üzerinden süzülen tuzlu su damlacıkları... 4- Hanımeli ve yasemin kokuları... 5- Sıcaktan herkesin ortadan çekildiği öğle vakitlerinde dolaşmak...

29 Temmuz 2009 Çarşamba

Garfield

Eskiden siteye sık sık girip wallpaper seçerdim. Uzun zaman olmuş girmeyeli. Ama çok şey de kaçırmamışım. Biri dışında:

15 Haziran 2009 Pazartesi

Seferihisar - Yavaş Şehir

Can Dündar, bugünkü köşesinde Seferihisar'dan bahsetmiş. Ee o kadar senedir her yaz kahrımızı çeken Seferihisar hakkındaki bu yazıyı burada paylaşmazsam hisarın hakkını yemiş olurum. İşte o yazı:


Yavaş Şehir

Sonsuz ummana tepeden bakan devasa çınar, gece boyunca yaprak yaprak konuştu durdu.
Gün ışırken, söz sırası arka bahçedeki çilli horozundu.
Sabah Köpük’le komşusu Köfte, sabah yürüyüşü talebiyle havlamaya başladı.
Verandanın köşesindeki yuvada kahvaltı bekleyen kırlangıç yavruları cıvıldaşarak koroya katıldı.
Güzelim Sığacık, bir haziran sabahına böyle uyandı.
* * *
Günü ambulans sirenleriyle noktalayıp sabahı öfkeli kornalarla karşılamaya alışkın kulaklar için ne tezat!
Ya asfalt-beton kuşatmasında yaşayan gözler?
Sıkıntı üfleyen klima havasıyla dolu ciğerler?
İşe ara vermemek için hep atıştırmayla doyurulan mideler?
Hepsi, upuzun bir haz mahrumiyetinden yeni tahliye olmuş gibi sevinçteler.
Hayat, gazdan ayağımızı çekip biraz frene yüklenince, kravatı çözüp bacağına şortu geçirince sevdiriyor kendini...
Dönüşte öbürünü hayat diye yaşayamayacak kadar bağlıyor kendine...
* * *
“Yavaş şehir” diye bir şey duymuş muydunuz?
İtalyanca-İngilizce ortak adıyla “Citte Slow”, uluslararası bir kentler ağı...
Özellikleri, adlarından da anlaşılacağı gibi, ahestelikleri...
Hayatı, ondan tat alabilecek bir hızda ve hazda tüketmeleri... Daha doğrusu tüketmeyip çoğaltmaları...
Yavaş Şehirler Birliği, dünyada kendi kriterlerine uygun, 50 bin nüfusun altındaki kentleri “Citte Slow” seçerek üyelerini bu butik kentlere yönlendiriyor.
Kriterler basit:
Bozulmamış manzaralar... trafiğe kapalı gürültüsüz alanlar... yayalara tahsis edilmiş yeşil meydanlar... sevimli zanaatkârlar... yerel tatlar sunan dükkânlar... geçmişin mirasını sahiplenen arkeolojik alanlar... mevsimlerin yapraklarda bıraktığı renkleri fark edebilecek kadar hayata tutkun, çevreye duyarlı insanlar...
Modern hayatın dayattığı telaşa yer yok bu kentlerde...
“Hız” pompalayan “fast food” zincirlerine de zincir çekilmiş.
Bu özelliklerinizi koruyabildiyseniz Yavaş Şehirler Birliği’ne başvuruyorsunuz. Bir heyet gelip inceliyor. Yeterince yavaşsanız size “salyangoz” sembollü bir “Citte Slow” sertifikası veriyor.
O günden sonra, her biri birbirine tıpatıp benzetilmiş turistik tatil beldelerden bıkanlar, dünyanın telaşından kaçanlar, “yavaş yavaş” kentinize, kasabanıza akmaya başlıyor.
* * *
Son 10 yılda 100 kente salyangoz damgasını vurmuş Yavaş Şehirler Birliği...
İlk “Citte Slow”, Toscana’dan Chianti seçilmiş. Onu Bra, Positano, Orvieto izlemiş.
Sonra İngiltere’den Ludlow ve Alysham kasabaları gelmiş.
Almanya Hersbruck, Lüdinghausen’i listeye eklemiş.
Hareket, özellikle Akdeniz kasabalarında kısa zamanda ünlenmiş.
Şimdi Türkiye’den ilk üyelik talebi geliyor.
Seferihisar’ın çiçeği burnunda Belediye Başkanı Tunç Soyer, Expo çabalarının sağladığı deneyimle bu güzelim Ege kasabasını “Yavaş Şehir” statüsüne sokmak için başvuruyor.“Medeniyet” sanılan markalar zincirinin ve gürültülü eğlencenin henüz işgal edemediği “yavaş Seferihisar”, onlardan önce “salyangoz”larca keşfedilirse bambaşka bir geleceğe doğru kanatlanabilir.
Ve bize, asırlardır durduğu yerden karşı kıyıya yaprak yaprak şarkılar söyleyerek eğlenen bir koca çınar gibi, durup yavaşlayarak da mutlu ve zengin olabilmeyi öğretebilir.


Kaynak:
http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1106635&AuthorID=75&Date=15.06.2009&b=Yavas%20sehir&a=Can%20Dundar&ver=45

14 Haziran 2009 Pazar

Bu Nasıl Sınav?

Bu hafta içi SPK lisanslama sınavlarının sonuçları açıklanıyor. Bakalım sonuç ne olacak... Umarım "Genel Ekonomi ve Mali Sistem"i de verip İleri Düzey Lisansı'mı alırım. Olmazsa da artık askerden sonrası için planlar yapacağım.



Hafta içerisinde sevgili dostum Berki bu sınavın zorluğuyla ilgili bana bir gazeteden köşe yazısı gönderdi. Ben de bu yazıyı blogumdan paylaşmak isterim. Okudukça, içimi rahatlatıyor. Çünkü bir ara gerçekten acaba bende mi bir eksiklik var diye ciddi ciddi düşünmeye başlamıştım. İşte o köşeyazısı:

Sermaye piyasası alanında çalışabilmek için lisans sahibi almak gerekiyor. Gerçi SPK sürekli olarak geçiş dönemini uzatıyor ama yakında lisansı olmayan hiçbir eleman sektörde çalışamayacak. Gelişmiş ülkelerde de benzer bir yapı var ve uzmanlık gerektiren alanlarda çalışacaklar genellikle meslek örgütleri tarafından yapılan sınavlardan geçerek lisans sahibi olabiliyorlar. Türkiye'de ise sınavları SPK yapıyor. Devletin bu işin içinde olmaması lazım ama ne yazık ki, SPK kendinden başka kimseye güvenmiyor. Herhalde sorular önceden bilinebilir diye düşündüğü için korkuyor. Soruları kendisi hazırlıyor, sınavı bir üniversite yapıyor. Sınava giriş de epey pahalı ve bu paranın tamamını üniversite alıyor. Yılda 56 milyon sektörden, üniversiteye gidiyor.
Bunlar bir yana bu işten bugüne kadar memnun olan da henüz çıkmadı. Sınavlarda başarı oranı daha yüzde 5'i geçebilmiş değil. Sanki sıfırcı hocanın sınavı.
Hani bazı hocalar vardır, ağzınızla kuş tutsanız sınavı veremezsiniz, aynı o durum. Sonuçta sermaye piyasasında çalışacakların çalıştıkları kurumlarda yaptıkları iş belli. Bununla ilgili genel sorular yanında, bu işlerin mevzuatını sorsanız çalışacakların asgari bilgisini ölçebilirsiniz. Ama hayır. Sanki herkes yüksek lisans ve doktora yapıyormuş gibi detayın detayı sorular soruluyor. Her sınav, ille de farklı soru sormak zorunluluğu varmış gibi, kıyıda köşede kalmış sorularla sınava girenler manyak oluyor. Sanki NASA'ya giriş sınavlarıymış gibi, 8-9 konudan sınava giriyorsunuz, her birinden en az 60 alacaksınız, ama hepsinin ortalaması 70 olacak. SPK'ya giriş sınavı bile bu kadar zor değil.
Şimdi son sınavdan 3 örnek soru vereceğim. Çalışacakların sermaye piyasasında asgari bilgisini ölçmeye yarayacak soru olup olmadığına karar verin. Soru şu: "Sermaye Piyasası Kanunu uyarınca Sermaye Piyasası Kurulunun başkan ve ikinci başkan da dahil olmak üzere üye sayısı kaçtır?A) 5 B) 6 C) 7 D) 8E) 9" SPK başkanına soruyorum, bu soru hangi asgari bilgiyi ölçmeye yarıyor? Başka bir soru; "Dünya küreselleşme endeksinde, 2008 sonu itibariyle ilk sırayı alan ülke aşağıdakilerden hangisidir? A) Lüksemburg, B) İsveç, C) Kanada, D) Belçika, E) Macaristan." Had i diyelim bunlardan biri, bilince ne olacak? Sıkılmadıysanız bir örnek soru daha vereyim "Eşürün eğrilerinin birbirlerine teğet oldukları noktaların geometrik yerini aşağıdakilerden hangisi gösterir?A) Laffer eğrisi B) Phillips eğrisi C) Lorenz eğrisi D) Lucas arz eğrisi E) Etkin üretim eğrisi" Bu nedir Allahaşkına?

Çalışanlara zulüm

SPK nedense bu işi çözmüyor. Bu sınavlardan geçmek zorunda olanlar kurslara, kitaplara para yatırdılar. Bu iş için kitap yazanlar zengin oldu. Sonuçta bu kadar başarısızlık herhalde sadece sınava girenlerin salaklıklarından kaynaklanmıyor. Sistemde bir sorun var. Dünya nasıl yapıyorsa örnek almak lazım. İnsanlar kaç kere sınava giriyor, dünyanın zamanını ve parasını harcıyor, sonuçta yine geçemiyor, moralleri bozuluyor. İşin garibi bu insanlar işlerini layıkıyla yapıyorlar ve işyerleri de bunlardan gayet memnun. Ama SPK, ille de sen salaksın, sektörde çalışamazsın diyor.


Kaynak:
http://www.haberturk.com/HTYazi.aspx?ID=1743

8 Mayıs 2009 Cuma

Factor 93

"Cehennemden çıkmak" tabiri herhalde en güzel bu şekilde ifade edilirdi. Valla bravo...

The Naked Man

They gave us: The Naked Man




Step 1:

You and the woman you clubbed enjoy rotting deer carcass by torch light.


Step 2:

Your woman steps out to use the little girl's cave. You take off your loin cloth.


Step 3:

Delighted by your boldness and unharnessed masculinity, you make the two-humped mastodon.



This works...2 out of 3 times.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Kayıt Dışı Değil Vergi Dışı Ekonomi

Vergiportalındaki güncel blogumu gururla sunarım: konu vergi pek bir tanıdık sanki :)


Gündeminin gözde konularından biri olan “kayıt dışılık” konusunu özellikle siyasiler sıklıkla gündeme getirirler ve GSMH’mızın gerçeğin yarısını bile göstermediğini iddia etmekteler. Belirtmek isterim ki pek çok kişi kayıt dışılıkla GSMH kayıtları dışında kalmış geliri kastetmekte ve bunu vergi kaydına girmemiş kazançla eş tutmaktadır. Kavram kargaşasını önlemek için önce milli gelirin nasıl hesaplandığını bakmak gerekir.

Milli gelir başlıca üç biçimde hesaplanır.

(I) Üretim değerleri fiyat cinsinden toplanarak bir hesaplama yapılır. Ülkede belirli bir dönem içinde üretilen bütün mal ve hizmetleri fiyatları cinsinden toplarsanız milli gelire ulaşırsınız.

(II) İkincisinde üretim faktörlerinin (emek, doğal kaynaklar, sermaye ve teşebbüs gücü) bir yıl içinde elde ettiği gelirler (ücret, rant, faiz ve kâr) toplanarak sonuca ulaşılır. (Sonra bunun üzerine bazı ekleme ve çıkarmalar yapılarak GSMH'ya varılır). Şimdi bunu denklemlerle ifade etmeye çalışalım:

Ücretler + Rant + Faiz + Kâr = Milli Gelir - Dolaylı Vergiler + Sübvansiyolar = Safi Milli Hasıla + Amortismanlar = GSYİH + Yurtdışı Net Faktör Gelirleri = GSMH

(III) Milli gelirin üçüncü hesaplanma yönteminde harcamalardan giderek hesaplama yapılır. Önce ekonomide bir yıl içinde yapılmış tüketim (C), yatırım (I), devlet (G) harcamaları ve net ihracat geliri (X - M) toplanarak GSMH bulunur. Buradan bu kez yukarıdaki işlemlerin tersi yapılarak milli gelire ulaşılır. Bunu da denklemler yardımıyla gösterelim:

C + I + G (X - M) = GSMH - Yurtdışı Net Faktör Gelirleri = GSYİH - Amortismanlar = Safi Milli Hasıla + Subvansiyolar-Dolaylı Vergiler = Milli Gelir.

Milli gelirin üretim faktörlerinin gelirinden giderek hesaplanan ilk şeklini ele alalım:

Milli Gelir = Ücretler + Rant + Faiz + Kâr.

Buradan kayıt dışılığı formüle etmemiz mümkün. Her bir kalemi kayıt içi (Kİ) ve kayıt dışı (KD) olarak ikiye ayıralım. Bu durumda denklemimiz şöyle olacak:

Milli Gelir (Kİ) + MG (KD) = Ücretler (Kİ) + Ücretler (KD) + Rant (Kİ) + Rant (KD) + Faiz (Kİ) + Faiz (KD) + Kâr (Kİ) + Kâr (KD)

Şimdi bu denklemde kayıt dışı olabilecek gelir unsurlarına bakalım. Kamu görevlilerinin ücretlerinde söz konusu olmayan kayıt dışılık özel kesimde iki türlü olabilir:

(I) Çalışanın kayıt dışı tutulması yoluyla hem vergi hem de sosyal güvenlik priminin GSMH hesabı dışında bırakılması,

(II) Çalışanın ücretinin bir bölümünün kayıt dışı bırakılması sonucu vergi kaybına ve bu yolla GSMH'nın düşük gösterilmesine neden olunması.

Rant gelirlerinde kayıt dışılık büyük ölçüde ev sahiplerinin evlerini kiraya verdikleri halde bunu vergi dairesine beyan etmemeleri sonucu doğar. Bunun Türkiye gibi vergi denetiminin zayıf olduğu ülkelerde yüksek tutarlara varması söz konusudur. Bu denklemde en düşük kayıt dışılık faiz kalemindedir.[1] Çünkü faizler bankalarca ödenirken stopaja tabi tutulmakta ve vergisi yatırılmaktadır. Buradaki kayıt dışılık yalnızca tefecilik olaylarında ortaya çıkar o da sınırlıdır. Kâr kaleminde de kayıt dışılık yüksektir. Burada da tümüyle kayıt dışı kalmak söz konusu olabileceği gibi kayıt içindekilerin kayıt dışı işlemleri de söz konusu olabilmektedir. Demek ki kayıt dışı ekonomi açısından en masum kalem her konuda en fazla eleştiri alan hatta “günah” bulunan faiz kalemidir.

Bu kayıt dışılıkların kayda giriş şeklini inceleyelim. Herhangi bir işyerinde çalışan bir ücretlinin yarı ücretini kayıt içi yarı ücretini de kayıt dışı olarak aldığını, kendisine kayıt dışı olarak verilen ücret bölümünün patronu tarafından kayıt dışı kârla sağlandığını varsayalım. Ve yine düşünelim ki bu ücretli her ay kayıtlı olarak aldığı paranın tümünü harcıyor, kayıt dışı olarak aldığı paranın tümünü de tasarruf ediyor. Bu durumda tasarruf ettiği parasını nerede sakladığı önem kazanır. Bu ücretli, tasarrufunu bankaya yatırıyorsa bu aşamada o para kayda giriyor ve ücret olarak elde edilene göre daha düşük miktarda faiz olarak milli gelir hesaplarına yansıyor demektir.

Ücret için yaptığımız bu kurgulama aynı şekilde diğer gelir türleri için de geçerli. Dolayısıyla herhangi bir üretim faktörünün gelirini elde ederken kayıt dışı kalması söz konusu olsa bile o geliri harcarken ve onun harcamasını gelir olarak elde eden üretim faktörünün bu geliri harcarken kayda girmesi söz konusudur.[2]
Milli gelir harcamalar yönünden hesaplandığında karşımıza Y = C + I + G + (X - M) denklemi çıkar ve burada gelir olarak kayda girmemiş olan kazançlar harcama olarak kayda girer. Milli gelir hesapları harcamalar yöntemiyle tahmin edilen bir ekonomide, kayıt dışılık, iddia edildiği kadar büyük olamaz. Bunun aksini ortaya koyan iddiaların dayanağı olan anketler işin hep gelir yönünden kayıt dışılığı üzerine kuruludur. Oysa milli gelir harcamalar yönünden hesaplandığı sürece kayıt dışılık, milli gelir hesaplarına çok daha az yansır. Kayıt dışılık, bu anlamda, kayıt dışı olarak elde edilen gelirin yurtiçi bankalar dışında tutulan bölümüyle sınırlı kalır.

Sonuç olarak; harcamalar üzerinden GSMH hesabı yapan bir ekonomide milli gelir açısından kayıt dışılık hiçbir zaman söylendiği kadar yüksek olamaz. Yüksek olan vergi dışılıktır. Bu ikisini birbiriyle karıştırmamak gerekir.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Eğilmez, Mahfi, Ekonomi Politikası, Remzi Kitabevi, 2008, 12. Baskı, sf. 135

[2] Kumcu, Ercan, İstikrar Arayışları, Doğan Kitap, 2000, sf. 58

Geçmiş zaman olur ki...

O kadar uğraştım, yazdım, ama boşa gitti diye düşündüğüm makalem nihayet portalda yayınlanmış, içerisindeki verileirn bugün pek bir geçerliliği yok ama olsun, yine de söz uçtu yazı kaldı... İşte o yazı:

10.03.2009

Dolar Nereye Koşuyor?



Bu satırların yazarı kalemini eline aldığında doların satış fiyatı 1.7805 TL’idi. Dün, yani 9 Mart 2009’da dolar Kapalı Çarşı’da 1.80 TL’yi gördü ve yine tüm haber bültenlerinde bizi Kapalı Çarşı görüntüleri karşıladı. Şimdilerde herkesin kafasında aynı soru var: doların bu çıkışı devam edecek mi yoksa seçim sonrası müdahalelerle yine 1.60 seviyelerine inecek mi? Özellikle dövizle borçlanan ya da yatırımını döviz üzerine yapmak isteyen herkes bu soruların cevabını ararken konunun duayenleri de bu konuda fikir üretip beklentilerini sunmaya başladılar.

Asaf Savaş Akat, şu anda döviz piyasasında iki ana eğilim olduğunu belirtiyor. Akat’a göre yabancılar net döviz alıcısı oldular. Borsadan, TL kağıtlarından çıkıyorlar. Dövizle verdikleri borçları yenilemiyorlar. Dolayısıyla bunlar da dövize talep yaratıyor.

Asaf Hoca diğer taraftan yerlilerin varlığını işaret ediyor. Geçmişte böyle gergin durumlarda yerlilerin de döviz talep ettiğini hatırlatıyor. “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yermiş”, bu kez o hatayı yapmıyorlar. Ya döviz satıyorlar ya da kurun biraz daha yükselmesini bekliyorlar. Yerliler döviz satınca kurun ateşi çabuk düşüyor. 2008 sonbaharında dolar 1.70 TL’nin üstüne çıkınca satışa geçiyorlardı. Bu yıl onların beklentileri de bozuldu. Tribünde oturup beklemeyi tercih ediyorlar.

Konuyu Mahfi Eğilmez’de köşesinde etraflıca incelemiş. Mahfi Hoca, dolara talebin iki nedenle ortaya çıktığını belirtiyor:

(1) İhtiyaç nedeniyle,

(2) Spekülatif amaçlarla.

İhtiyaç nedeniyle talep oluşması dış borç ödemesi, ithalat gibi nedenlerle doğar. Eğilmez, bu tür talepte 2009 yılında önceki yıllara göre cari açıktaki düşüşe paralel olarak düşüş olacağını düşünüyor. Spekülatif amaçla yapılan talep ise doların değer kazanacağını, yani TL’nin değer kaybedeceğini düşünenlerin kayıptan kurtulmak için yarattıkları talebi ifade eder. 2009 yılında asıl etkili olması beklenen talep baskısı bu ikinci talep biçimi olacaktır. Bunu dengeleyecek olan gelişme de dolar açısından ABD ekonomisinin, Avro açısından da AB ekonomisinin göstereceği kötü performanstır. Yani TL değer kaybedecek olsa da yabancı paraların da paralel olarak değer kaybetmeleri sonucu bir dengelenme olacaktır. Bu tahmin, Mahfi Eğilmez’in, ABD ve AB ekonomilerinin 2009’da kötü performans sergilemelerine bağlı bulunuyor. Yani ABD’de Obama’nın ekonomiye müdahaleleri yanlış sonuçlar verecek ve AB’de de toplu bir müdahale söz konusu olamayacak. Yani küresel sistem çözüm arayışını küreselleştiremeyecek ve yerel ve dolayısıyla yanlış ve yetersiz müdahalelerde bulunmaya devam edecek. Şimdiye kadarki gelişme bundan sonrasının da böyle olacağını söylüyor. Mahfi Eğilmez, Türkiye açısından ise seçim sonrasında IMF ile ortak bir programa girilmesini ve ekonominin toparlanması yönünde adımlar atılmasını bekliyor. Eğer böyle olursa TL daha fazla değer kaybetmez ve Dolar TL paritesi 1.7 ile 1.8 aralığında bir yerde dengelenebilir kanaatinde.

Yazımı bitirmeden önce internet üzerinden takip ettiğim döviz kurunu tekrar yeniliyorum ve yazımın başıyla önemli bir fark olmadığını görüp rahatlıkla sonuç cümlesine geçiyorum. Ekonomide yorumlarıyla saygın bir yer kazanmış olan iki üstadın düşüncelerini sizlerle paylaştım. Bakalım önümüzdeki günlerde dolarla borçlananlar mı mutlu olacak yoksa dolara yatırım yapanlar mı? Tahminler ortada, sonuçsa pek yakında…


http://www.vergiportali.com/Content.aspx?Type=BlogDetay&Id=43

23 Nisan 2009 Perşembe

What a nice picture!



Küçüklüğümden beri severim böyle fotoğrafları... Eskiden gazatede gördüğümde uzun uzun bakardım, sonra internetle tanıştım, bu fotoları PC'de saklamaya, arasıra dönüp nostalji yapmaya başladım.

Bugün de yine böyle bir kareyle karşılaştım, yine sağ tıklayıp BJK klasörüme kopyalarken aklıma bloguma koymak geldi.

Sevgiliyle/eşle bu gibi sosyal ortamlarda birarada olmaya hep özenmişimdir. Kısmetse inşallah ...

Eşlerle birarada sosyal ortamda bulunmak falan dedim ama bizim deli İbo'nun o ortamda varlığına da bir parantez açmak gerekir. Ha unutmadan, Holosko da baya sağlam giyinmiş yahu :)

7 Nisan 2009 Salı

Anadolu'dan Şikayet Var

Bu yazıyı yazarken amacım Anadolu Ulaşım'ın bana vermiş olduğu rahatsızlığı insanlarla paylaşmaktır.

Anadolu Ulaşım’ın daha öncede profesyonellik dışı yaklaşımlarını hareket saatini yarım saat önce değiştirip yolcularına haber vermediğinde görmüştüm ancak dün akşam yaptıkları yanlış bu firmanın benim gözümde sıfırın altına inmesine yol açtı.
İşim gereği iki – üç ayda bir İzmir’den Uşak’a gidiyorum ve yolculuklarımda maalesef Anadolu Turizm kullanıyorum. Geçtiğimiz günlerde önceden aldığım 2 adet biletimi programımda değişiklik olması sebebiyle açığa aldırmıştım. 6 Nisan 2009 Pazartesi günü gidip bu 2 bileti 12 Nisan Pazar akşamı için kesinleştirip kestirdim.
Aynı günün akşamı yorgun olduğum için gece 10 gibi yattım ve saat 22.38’de çalan telefona uyandım. Arayan kişi kaba bir üslupla bana gün içerisinde aldığım biletlerden birine para ödemediğimi söylüyordu. Dikkatinizi çekmek isterim ki, kişi ne beni böyle geç bir saatte aradığı için özür dilemişti, ne de hatanın kendilerinde olabileceği ihtimali üzerinde durmuştu. Direk olarak, aldığım biletin birinin açık bilet olduğunu, diğerinin de parasının ödenmediğini söylüyordu.
Bunun üzerine ben konuyu ertesi gün yazıhaneye gidip konuşacağımı söylediğimde, “biz bu işi ilk defa yapmıyoruz, parası ödenmemiş” denildi. Adeta yalancı yerine konuldum. Gece vakti sinirlerim altüst oldu. Karşımdaki bayan, gece boyunca beni 3 kez aradı ve parasını önceden ödediğim biletleri ertesi gün akşama kadar yazıhaneye gitmemem durumunda hemen iptal edeceklerini bile söyledi. Telefonda adeta tehdit edildim.
En sonunda gülerek aradı ve sistemden kaynaklanan hata olmuş dedi, ne rahatsız ettiği için özür diledi, ne de sebebini tam olarak açıkladı. Olan benim mahvolan geceme oldu.
Her koltuğa özel ekran koyup iyi bir seyahat firması olunmuyor, keşke otobüslere para harcayacaklarına çalışanların profesyonelliğine para harcasalar!


PS: Bu yazıya sikayetvar.com dan da ulaşabilirsiniz.

11 Mart 2009 Çarşamba

Erkek Modası mı?

Altın örümcek adayları için blog bölümündeki sayfaları gezerken Sevcan Erdolu'nun (www.sevcanerdolu.com) sayfasında güzel bir tespiti buldum. Katılmadan da edemeyeceğim bir tespitte bulunmuş. Paylaşmak isterim:

Bir erkeğin zevkinin aynası ayakkabı ve saatidir.
Elleri ve dişleri dikkat çekici unsurlarıdır.
Bunlar onun titizliğini, kendine ne derece önem verdiğini gösterir.
Metroseksüel gibi isimlendirmelere gerek yok, efeminelik sınırlarına dayanmadan bakımlı olmak bir erkeğe son derece de yakışır.



Şimdi işim çıktı, bu seferlik bu kadar olsun...

Edit: Bikaç işi bitirip döndüm yine bloguma :) Ee bi resim eklemeden de olmaz ki ama...



Bu arada kişisel kanaatim saat, ayakkabı ve bilimum aksesuar in, kiloları meydana çıkaran her türlü ekstra out !

8 Mart 2009 Pazar

5 Dakikada Değişir Bütün İşler


Geçen sene 8 Mart’ta (08.03.2008) oldukça stresli bir gündü. Hayatımda en çok baskı yaratan SMMM Staj Başlatma Sınavı’na giriyordum. Hem de o çok sevdiğim (!) Ankara’da. Aradan tam bir yıl geçti ve bu sene 8 Mart’ta (08.03.2009) Seferihisar’daydım. Hem ders çalıştım, hem de doğanın güzelliğinden faydalandım. Kısacası stresten uzaktım. Demek istediğim odur ki: hayat hızlı akıp gidiyor ve her şey değişiyor. Bu nedenle anı yaşayın.
Bu arada birkaç fotoğraf da paylaşmadan edemeyeceğim. Bilen bilir, Mavi Teos’tan bi kare ve bir “3 Ağaç” klasiği :)

1 Mart 2009 Pazar

The Yes Man




Keyifli geçen bir buçuk saatin sonunda hem Jim Carrey'li o eski günleri anmış oldum hem de filmden güzel bir spoiler ile ufak bir ders aldım.

"The world's a playground. You know that when you are a kid, but somewhere along the way everyone forgets it."

Kıssadan hisse: 1 Mart Pazar günü bu film ile birlikte çok daha güzel geçti.

28 Şubat 2009 Cumartesi

İnsanlık Üstüne Bir Anekdot

Bu kez çok uzun bir şeyler yazmayacağım. Sadece yazıp bırakacağım. Maksat, hatıra kalsın, yazılı olsun, ileride dönüp okuduğumda içim ısınsın.

Dün akşam Aliağa’dan denetimden dönerken Güzelyalı tarafında yanımdaki arkadaşım için bir adres arıyorduk. Arkadaşımın gideceği yer Güzelyalı Karakolu’nun orada bir yerdi. Trafiğin müsait olduğu bir an hafif sağa yaklaştım, pencereyi açtım, yanımdaki arkadaşım kaldırımdaki adama seslendi. 30’lu yaşlarındaki adam, kulağındaki kulaklıkları çıkarıp, gülümseyerek eğildi. Arkadaşım karakolun nerde olduğunu sordu, adam mahçup bir ifadeyle “ ben de yabancısıyım aslında” diyip, arkasındaki bakkalı göstererek “ben bir sorayım” dedi.

Biz yaşadığımız şaşkınlıkla birlikte “rica ederiz, estafurullah” falan diyerek adama teşekkür ettik. Ancak şaşkınlığımızı yaşadığımız “insanlık” olayını adamın söylediklerini birbirimize defalarca tekrarlayarak bir süre daha üstümüzden atamadık.

Kısadan hisse, vay be insanlık ölmemiş, en azından İzmir’de…

12 Şubat 2009 Perşembe

Paralarımız Geri Geliyor (Mu?)

Geçen ay vergiportalının blog sayfasında yayınlanan yazıma ek olarak bu ay yeni bir yazı daha yazdım. Umarım okuyanlara faydası olur.

Direk vergiportalindan okumak isteyenler aşağıdaki linkten de yazıma ulaşabilirler:
http://www.vergiportali.com/Content.aspx?Type=BlogDetay&Id=42



İçinde bulunduğumuz kriz ortamı içerisinde tüm dünyanın önceliği ekonomiyi elden geldiğince ayakta tutabilmek, durgunluğu olabildiğince azaltabilmek. Bu nedenle enflasyon hedefi göz ardı edilmeye başlarken ekonomiyi canlandırmak öncelikli hedef oldu. Bu tercih değişikliği Türkiye’de resmen dile getirilmese de, enflasyon fiilen en büyük tehlike olmaktan çıktı. TCMB’nin ocak ayında gittiği 2 puanlık agresif indirime bakılacak olursa, şimdi inilen yüzde 13 görünürde dünyadaki faiz oranlarına göre yüksek sayılsa da, bunu Türkiye için makul saymak gerekir.

Türkiye ne zaman hızlı büyüdüyse, o ölçüde cari açığı arttı. İç tasarrufları hiçbir zaman yeterli olmayan Türkiye, dış kaynak kullanmak zorunda kaldı, ithalat öyle finanse edildi.

Bu ortamda yurt dışında tutulan paraların ülkemize geri gelmesi sistemi bir nebze olsun rahatlatacaktır. Türk girişimcilerin sermayelerini yurt dışında değerlendirmesine rağmen ülkemize gelen yabancı sermayenin olağanüstü tutarlara ulaşmıştır. Yabancı sermayenin yatırım için ülkemizi tercih ettiği süreçte, yatırımcılarımızın “güvenle” tercih ettiği istikrar abidesi ülkelerin finans kuruluşları bir bir yok olurken vatandaşlarımıza paralarını ülkemize getirmek için tedirginliklerini yok etmek için bir kanun çıkarılmıştır: Bazı Varlıkların Milli Ekonomiye Kazandırılması Hakkında Kanun

Kanunun amacı şu şekilde düzenlenmiş:

Bazı Varlıkların Milli Ekonomiye Kazandırılması Hakkında Kanun’un 1. maddesi amaç ve kapsamı düzenlemektedir. Yapılması öngörülen düzenlemenin amacı maddede;

· Gerçek ve tüzel kişilere ait olup yurt dışında bulunan para, döviz, altın, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçlarının ekonomiye kazandırılması ve taşınmazların kayda alınması,
· Yurt içinde bulunan ancak işletmelerin özkaynakları içinde yer almayan bu türden varlıkların sermaye olarak konulmak suretiyle işletmelerin özsermaye yapılarının güçlendirilmesi,

olarak ifade edilmektedir.[1]

5811 sayılı bu kanun ile yurtdışından getirilecek olan para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçları ile varlığı kanaat verici bir belge ile kanıtlanan taşınmazların toplamı üzerinden yüzde 2, Türkiye içinde var olan Gelir ve Kurumlar Vergisi mükelleflerine ait benzer varlıklar içinde yüzde 5 oranında vergi tarh edilmek suretiyle söz konusu varlıkların beyanı ve kayıt içine alınması vergilendirilecektir. Bu vergi tarhiyatın yapıldığı ayı izleyen ayın sonuna kadar ödenecektir. Söz konusu vergiler hiçbir suretle kayıtlara gider olarak intikal ettirilemeyecek veya başka bir vergiden mahsup edilemeyecektir.

Teknik ayrıntılara çok takılmadan, bu düzenlemenin yerinde ve zamanında yapıldığını düşündüğümü belirtmek isterim. Fakat şu noktada insanların aklına şüphe ile bir sorunun gelmesi de kaçınılmazdır: Acaba paramı ülkeme geri getirince başıma iş açılır mı? Akıllara takılması olası olan bu sorun, yasal yollarla parasını kazanmış, daha sonra yurtdışında birikimlerini değerlendirmiş ve mevcut risk ortamında tekrar parasını ülke ekonomisine kazandırmak isteyenlerin zihinlerini meşgul edecektir.

Tam bu noktada, güven ortamının sağlanmasının ne derece önemli olduğu ile karşı karşıya geliyoruz. Yapılan düzenlemenin, kişi ve kuruluşlarda “Acaba?” tereddüdü ile karşılaştığı an ekonomiye ve kanun koyuculara olan “güven” işin içine giriyor. Ve maalesef bu da özünde nitelikli amaç sahibi olan pek çok kanunun hedeflenen amaca ulaşılamamasına sebep oluyor. Ekonomiyi canlandırıcı tedbirlerle ve bu canlanmanın yaratacağı pozitif sonuçların etkilerinin getireceği “güven”li günlerde birlikte olmak dileğiyle…














--------------------------------------------------------------------------------





[1] http://www.vergiportali.com/Content.aspx?Type=BulletinD&Id=2157

1 Şubat 2009 Pazar

Kravat Bağlama Sanatı

Pazar akşam saatleri oldu mu kendimi yeni haftaya hazırlık modu içerisinde buluyorum. Bu pazarda yine o saatlerde yine o bilindik moda girdim. Hafta içi 5 gün denetime gideceğim için takım elbiselerimi son kez kontrol ederken gözüme buruşmuş kravatım takıldı. Malum, kravat bağlamayı bilmediğim için kravatlarım uzunca bir süre bozulmuyor ve bozulup ütülendikten sonra eşe dosta rica ile tekrar eski haline gietiriliyor.

Bu manzara sonrasında nete girip kravat bağlamayla ilgili birşeyler araştırdım, birkaç resim ve anlatımdan sonra mükemmel bir video buldum, hatta siteye üye olup, o videoyu indirdim. Hem de farklı formatlarda bile indirdim ki cep telefonumda bile izleyebileyim. Daha sonra slow motion da tekrar tekrar izleyip olay çözdüm ve kendi kendime ilk kravatımı bağladım. Buradan da paylaşmak istedim, en azından elimin altında olsun ki tekrar etmediğim için unutursam açıp tekrar izleyebileyim.

Oh be bu sorunu da çözdük, şimdi daha mutluyum...

PS: Bugün Hip Hop Dansçıları'nı (Stomp the Yard) izledim. Filmin sonundaki cümle süperdi, paylaşmadan edemeyeceğim: İntelligence plus character, this is the goal of the true education...

30 Ocak 2009 Cuma

Makarnanın Püf Noktası



Makarnayı severim, beni öğrencilik yıllarıma götürür. Yani aramızda "duygusal" bir bağ bulunmaktadır. Bununla kalmaz, makarnayı severek yerim. Hatta pilavdan daha çok sever, daha çok tercih ederim. Annemden de sıklıkla yapmasını isterim. Peki makarna yapımında püf nokta nedir? Elimizin altında bulunsun. İhtiyaç halinde blogu açar bakarız :)

Makarnanın püf noktası kaynar derecede bol su ve tuz! Bol suyun nedeni, nişasta miktarı çok fazla olan makarnanın az suda yapışacak olması; tuz ise lezzet için önemli. Taze makarna birazcık daha yapışkan olduğundan haşlanan suya yağ da eklenebilir. Ve makarnacıların en çok tartıştığı soru: "Haşladıktan sonra makarna sudan geçirilmeli mi?" Cevap veriyoruz; eğer makarnada İtalyanların 'al dente'sinin yani dişe gelen, birazcık diri bir lezzetin peşindeyseniz evet, makarna haşlandıktan sonra soğuk sudan geçirilmeli ki kendi ısısıyla kaldığı sürede pişmeye devam etmesin, yapışıp hamur olmasın. Hamur kalınlığına ve hamur özelliğine (taze, kalın, yağlı vs.) göre değişse de ortalama 8 dakika makarnanın pişmesi için yeterli olan süre.

Makarnanız hazır; şimdi bu lezzeti süsleme vakti. Farklı soslarla makarna sadece makarna olmaktan çıkar, her seferinde farklı bir yemek olur. Hangi sosun hangi makarnayla servis edileceği tamamen kıvam meselesi; geniş yüzeyli makarnalar sulu soslarla, spagetti gibi ince çeşitleri katı, taneli soslarla tercih edilmeli. Makarnayı sosu hazırladığınız tavada sosla karıştırmanız önemli bir detay; sos makarnaya iyice karışmalı!

16 Ocak 2009 Cuma

Maaş Bordrosu ve Ödenen Vergiler Üzerine

Yeni yılın ilk iş gününde ofisten çıkmadan önce hazırladığım yazım vergiportalının blog bölümünde yayımlandı, okuyamayanlar için blogumda da paylaşmak istedim:

http://www.vergiportali.com/Content.aspx?Type=BlogDetay&Id=36

Ofiste her ayın ilk günü elimize maaş bordrolarımız ulaşıyor. Özellikle yılın son maaşını aldığımız şu günlerde içinde bulunduğumuz gelir vergisi dilimi sebebiyle maaşımız yüksek orandan vergileniyor. Benim gibi kariyerinin başında olan ve geleceği için birikim yapma zorunluluğu hisseden kişiler için aybaşları iple çekilen günler. Ancak aybaşı gelince maaş bordrosunda ödenen maaşımıza göre göreceli olarak yüksek olan o gelir vergisini görünce ister istemez o parayla neler yapabileceğimizi düşünüp üzülüyoruz.

Daha iyi bir dünya için devletin bizden vergi toplaması kadar doğal bir şey olamaz. Kişisel olarak bunu hiçbir zaman sorgulamadım da ancak vergi olarak alınan oran bir kurumun ödediği oran ile aynı olunca bu beni ister istemez "neden?" diye sorgulamaya itiyor. Böyle bir sorgulama içerisinde kişi vergi ödeme karar ve tercihini de sorguluyor.

Bende böyle bir sorgulama ruhu içerisindeyken hemen google da vergi psikoloji diye bir aratma yaptım. Bireylerin gönüllü vergi ödeme ve ödememe karar ve tercihlerini belirleyen başlıca sekiz faktör olduğunu gördüm. Bunlar Can Aktan Hocamız tarafından psikolojik, ahlaki, kültürel, kurumsal, dinsel, siyasal, idari-yönetimsel ve hukuksal faktörler olarak sıralanmış.

Bunlardan psikolojik faktörleri açıklarken, çok özet bir ifadeyle, vergileme ile algılama arasında çok yakın bir ilişki olduğu söylenmiş. Psikolojide algılama (perception) ya da çerçeveleme (framing) mevcut bilgi setimiz dahilinde karşı karşıya bulunduğumuz somut ve/veya soyut olayların ve nesnelerin farkına varma, zihnimize yerleştirme ve nitel ve/veya nicel olarak değerlendirme sürecidir.[1] Yine psikoloji bilimi açısından bireysel davranışın bir stimulus (uyarı) bir de response (karşılık) mekanizmasının işlemesi sonucu oluştuğunu söyleyebiliriz. Vergiye karşı gösterdiğimiz tutum ve davranışlarımız, çoğunlukla onu nasıl algıladığımıza bağlı bulunmaktadır.

İlgimi çeken bir başka açıklama isi ahlaki faktörleri anlatırken kullanılmıştı:

Ahlak, insan ilişkilerinde "iyi" ya da "doğru" veyahut "kötü" ya da "yanlış" olarak adlandırdığımız değer yargılarını ifade eder. Ahlak insanlararası ilişkilerde nasıl davranılması (ya da nasıl davranılmaması) gerektiğini gösteren kendiliğinden oluşmuş (spontan) ve hazır bir değer yargıları sistemidir. Başka bir tanımla, ahlak, toplumsal yaşamda, belirli kişi, grup ya da toplum için belirli zamanda ve belirli bir yerde geçerli olan (ya da geçerli olması beklenen) değer yargılarının, örf, adet, norm ve kuralların oluşturduğu bir sistem bütünüdür. Hiç şüphesiz bir toplumun ahlak normları ile vergileme arasında bir yakın ilişkinin mevcut olduğunu söyleyebiliriz. Vergi ödemeyi bir ödev ahlakı olarak ele alan ve vergi kaçakçılığını ayıplayan ve kınayan bir toplumda bireylerin vergiye gönülü uyumunun kendiliğinden sağlanacağı söylenebilir.

Açıkçası en vurucu ve işlevsel açıklama ise kısa olmasına rağmen idari-yönetimsel faktörlerin anlatılmasında kullanılmıştı:

Genel olarak iyi devlet yönetimi (good public governance) ile vergiyi gönüllü ödeme arasında çok yakın bir ilişki bulunmaktadır.

Kanımca, kesinlikle vergiyi öderken çoğu birey/kurum buna inanarak ödeme yapmıyor. Dolayısıyla da vergi kaçırma ya da vergiden kaçınma yollarına gidiyor. Ancak bizim gibi geliri üzerinden vergi veren kişiler vergiyi öderken gönüllülük hususu olmadan ödese de vergiyi ödedikten sonra devlet yönetiminde iyilik seviyesinin yükseleceğini umarak vicdanını rahatlatıyor. Bize ilkokuldan beri anlatılan ödenen vergilerimizin bize yol, su, elektrik olarak geri döneceğini bilmek, maaşımızdan kesilen o paralarla alabileceğimiz pek çok şeyi göz ardı etmemizi sağlıyor.

Ödenen vergilerin iyi devlet yönetimlerine sebep olacağı ve bizlerin maaş bordromuzda o vergi rakamlarını gördüğümüzde sistemi sorgulamamıza gerek bırakmayacak günler dileğiyle…

6 Ocak 2009 Salı

Coaching - HBR

2009'un ilk blogunu Harvard Business Review'den "coaching" konulu bir makalenin hoşuma giden bir bölümü ile yapmak istedim.

Üretken bir yıl olması dileğiyle...

Look Inside >> 
January 2009

Google adsense

Analytics