30 Ağustos 2010 Pazartesi

Tatilin Son Günü - Nişan Süreci



Laptop kucağa alınır, arka balkona çıkılır. Beyaz Word sayfası açılırken, akla gelen soru patlatılır: “Yaw benim oturacağım evin arkadaki 3 odası nasıldı? Kafamda bi türlü şekillendiremedim…” Sonra yine ev, mobilya, boya derken annem sabah kahvemi getiriyor. Kahve içerken de aynı gündeme devam ediliyor…

Takvimler 30 Ağustos’u gösteriyor. Telefonumun ajandası “Garanti Vade Sonu” yazıyor. Benim aklım ise bugün kaçta yazlıktan çıkacağım ve nişan kıyafetlerimi aldıktan sonra evde dinlenecek vakit bulup bulamayacağım sorusu var.

Hatırlıyorum da, ilkokul ve lise yıllarımda tatilin son günü genelde moralsiz bir şekilde balkon penceresinden bakıp geçip giden oca güne hep yanardım. Şimdi de, geçen yıllara rağmen, aynı hisi yaşıyorum. Yine de bu tatil şükürler olsun ki güzel geçti. İki film izledim. Salt ve Dear John, ikisi de hoşuma giden filmler oldu. Bol bol PES oynayıp yeni kadromu denedim, attığım gollerle çoştum. Dönüşümlü olarak da olsa Beşiktaş maçını izledim, 4 gole sevindim. Trainspotting kitabımı keyifle okumaya başladım. Bol bol twitter da takıldım, Sabah ve Hürriyet’in (aynı bu sırayla) köşe yazarlarından ilgimi çekenleri okuyup, telefonumun sarjını bitirdim. Sığacık’ta ailece dondurma keyfi ritüelimizi bir kez daha tekrarladık.

En nihayetinde, günlerdir takvime bakıp da heyecanlandığım bir tatil daha geride kalıyor. Her güzel şey bitermiş ya, işte bu da aynı sona mahkum. Ama keyfim yerinde, huzurluyum. Halime şükretmesini bilirim. İyi geldi bu dinlenme modu bana. Her çalışan insan gibi benim de ihtiyacım vardı ve bu ihtiyacı karşıladım. Bir sonraki dinlendirici ve huzur verici tatile kadar, bu tatilde depoladığım enerjiyi yiyeceğim…

Cumartesi Gecesi Denemesi


“Biz varken sen sıkılma” cümlesini duyarak başlıyorum bu yazdıklarıma. Seferihisar’dayım. Yazlıkta, 2. Kattayım. Rüzgârların adını bilmem ama benim en sevdiğim rüzgâr bu esen. Esti mi hakkını vererek esiyor, ürpertiyor insanın içini… Kulağıma Bongo’dan gelen eğlenceli şarkıların sözleri geliyor. Ramazan günü eller havaya havaya yapanları kıskanacak ya da ayıplayacak değilim. Erdal Acar abimizin dediği gibi: “kazansınlar alsınlar” felsefesi. Kendileri bilir. Çalan müzik benim yazıma konsantre olmamı etkilemiyor, tarz olarak da sıkıntı yaratmıyor.

Bugünlerde pek bi düşünmeye, fazlaca bi içime dönmeye başladım. Sanırım içinde bulunduğum ortam ve şartlarda beni buna itiyor. Her gün 2 saatten fazla yolculuk ediyorum. Sabah gidişte gazeteye spor bölümünden başlayıp, gündeme hakim olduktan sonra hızlıca sayfalarını geçiyorum, ilgimi çeken bir şey olursa diye, bu aralar olmuyor, sıra magazin ekine geliyor. Takip ettiğim 3. Sayfa köşe yazarlarını (favorim her şeye rağmen Ayşe Özyılmazel) okuduktan sonra 2. Sayfadaki resimlere bakıp, akşam TV’de film izleme fırsatım olmayacağını bilsem de olursa diye CNBC’de hangi film varmış diye TV programını inceliyorum. Belki evimize uydunun geç gelmesinden dolayı bir özlem olsa gerek içimde… Sonra belki 2. bi gazete geçiyor elime şanslıysam, olmazsa da sıkıntı yaratmıyorum, ya şu sıralar okuduğum kitabımı alıyorum elime, ya da yoldaşım E71’imi. Açıyorum twitter’ı gececi ünlülerimizin sabaha karşı yazdığı mesajları okuyup, biraz imrenip, biraz kendi hayatımla kıyaslayıp kendimi Opel’e gelmeden önceki ışıkların önünde çantamı ve simitimi toplarken buluyorum.

Kapıda kartımı gösterir göstermez sol cebime kartımı sokup sağ cebimden telimi çıkarıyorum. Aşkımı arıyorum, Pazartesi dışında o beni meşgule atıp geri arıyor. Kısa bir günaydınlaşma ve iyi günler temennisi, içeriye güler yüzle girmeme yetiyor. Sonra simitimi yerken maliyetlerle güne başlıyorum. Çalışırken yeni olmanın getirdikleriyle birlikte ortamın da eski firmamda çok farklı olması sebebiyle çok fazla şey paylaşamıyorum. Bu kesinlikle kimseye bir eleştiri değil, her yerin doğası farklı. Ben hala çalıştığım firmaya karşı çok sıcak hisler besliyorum içimde ve bunun hep böyle olmasını temenni ediyorum. Uzun süreli amaçlarım var bu kez burada ulaşmak istediğim… Bu cümleleri yazarken aklıma Urfa geliyor. Urfa’da da kantin başkanlığında, aynen böyle çevrimdışı yazar, sonra internet cafe de çevrimiçi paylaşırdım blogum vasıtasıyla. Ama o değil Urfa hakkında söylemek istediğim: o zamanlar “şehri bi suçu yok” derdim. Askerliği doğası gereği sevmemiştim ama kesinlikle bu sevmeme durumunda Urfa’nın bi suçu yoktu. Şehir kendi halindeydi, bana bi zararı yoktu. Belki doğru düzgün tek bir caddesi vardı ama o caddede de kendimle baş başa kalıp gayet güzel volta atabiliyordum.

Bak şimdi aklıma geldi, bir de bunun Ankara boyutu vardı. Yaw hiç ama hiç sevmedim o şehri. Ama mevzuda geri vitese takmakta bana yakışmazdı. Okuduğum 4 sene boyunca, ÖSS tercihimde kimse bana karışmadığı için ailemin ve dostlarımın yanında bu şehirden nefret ettiğimi söyleyemedim. Ama oda arkadaşım ve yurttaki komşularım final ve mid termlere çalışırken cinnet geçirdiğim anlardaki çığlıklarımdan şehre olan ve hatta Beytepe’ye olan hayranlığımı (!) iyi bilirler.

Bu arada konu konuyu açtı. Bu yazının ilk paragrafının ilk cümlesinden konu giderek uzaklaştı. Hayatımdaki önemli dönemeçleri birindeyken üzerimde oluşan baskının bende yarattığı ruh halini dağıtmak için yazmaya koyulmuştum ve yazdıkça o fırtınalı denizden sakin limana ulaştım. Birazdan yazımı sonlandırıp Trainspotting kitabıma dönerek sıcak odamda terleyerek uyuyabilirim.

Kitaptan bahsetmişken, bu yer altı edebiyatında beni çeken nedir bilemiyorum. 50Cent, Zengin ol ya da Denerken Öl kitabını da okurken Serkan’a bazı bölümlerden ne kadar övgüyle bahsettiğimi hatırlıyorum da, bu tip kitaplarda anlatılanla alakam yok ama nedense okumak ilgimi çekiyor. Ben de merak uyandırıyor.

Kitaplardan behsetmişken, daldan dala atlamanın sınırlarını zorlayarak, aklıma evlenince kitaplığıma hangi kitapları alacağım geliyor. Mourinho’nun kitabı, benim gibi o adama ve sahip olduğu egoizme hasta biri olarak sanırım kütüphanemde bir numaralı girişi yapacak kitap olur. Merak ettiğim bir nokta, acaba uluslar arası ilişkiler kitaplarım acaba kendilerini Basın Sitesi’nden çıkarıp Bostanlı’ya taşıyabilecekler mi yoksa Basın Sitesi’nden geçen bir eskicinin arabasında kendilerine yer mi arayacaklar?

Cevaplanması gereken bu ve diğer soruları keyifle yazacağım bir başka denemede buluşmak dileğiyle…

15 Ağustos 2010 Pazar

Tabii ki Tribündeydim


Beşiktaş'ımızın Buca'yla oynadığı maçta tabii ki tribündeki yerimi aldım. Yıllar sonra gerçek yıldızları ve bizim diğer çocukları çıplak gözle kendi şehrimde izlemek harikaydı. Eve 1.30 gibi girmiş olsam da stadtan güzel hatıralarla ve stresimi atmış bir şekilde ayrılmak, o yorgunluğa değdi.

Pazar sabahı maçın önemli anlarını netten izleyerek kaçırdığım/yakalayamadığım/göremediğim eksiklerimi de kapattım. Böylece 2010-2011 sezonunu mutlu bir şekilde açmış oldum. Geriye 33 maç kaldı. Umarım sonu da böyle keyifli olur.

Askere giderken şampiyon takımın taraftarı olarak gitmiştim, dünya evine de aynı ünvanla girmek isterim, diyerek beyaz çikolatam'a da selamımı iletirim :)

6 Ağustos 2010 Cuma

What a Wonderful Place to Work

Kimin aklına gelirdi bir gün GM Employee Blog sayfasında blogumun yayınlanacağı? Ama işte hayat bu! Herşey olabiliyor. İşte yazım:

This is my fifth week in GM Turkey and as a new joiner I feel great honour to take part in this company. I know the company since 2003, the year which I had an internship for 7 weeks. 7 years have passed and the amazing company of those days is still standing the same.

During the interview process, I was asked the question: Why GM? I underlined how much I was affected by the working environment and friendly relationships in GM when I was an intern. Honestly, as a former auditor who visited many companies, I see GM Turkey so special and different. Today, it is really great to see that those characteristics of the company still remain.

My colleagues approach me so helpful and they try to assist me in every kind of matter. Seeing that there are no red borders between people motivates me a lot. Moreover, the learning materials provided enhance each employee's personal development. My manager, Berna Tezel, and supervisor, Mehmet Gogebakan, kindly show me which e-learnings I should take and what steps I should follow during my early days. As I take the certificate after successfully finishing my e-learning, they congratulate me each time and this certainly encourages me to success in another e-learning session.

Learning and education resources provided for us are really satisfactory. Having the chance of reading Harvard Business Review’s issues while I am resting at home or on the way to company keeps me updated. Additionally, practicing English online via Global English is a tool which keeps my English alive and ready for business interactions.

Becoming a part of a global company opens the door of setting relationships all over the world. Bob Zaumseil, Professional Development Manager, is a wonderful coach who answers my e-mails about my professional development and as he shares his knowledge and experience, I feel myself more valuable.

I truly believe that my job satisfaction will increase as time goes by and I will be here to share my GM experiences with my dear colleagues. By the way, once more, I want to thank Erbil Akinci, Berna Tezel and Nur Yucel to accept me to my dream job.

Google adsense

Analytics