30 Ağustos 2016 Salı

Zafer Bayramı

30 Ağustos Zafer Bayramını için hazır evdeyken btıpkı dün olduğu gibi bugünden sabhatan kendime biraz vakit ayırayım dedim. Vurdum kendimi Bıstanlı sahilindeki bisiklet yoluna. Ne kadar şanslıyız ki evimizin hemen yanında böyle bir imkanımız var. Ve tabi ki bu güzel topraklarda yaşamımıza sebep olan herkese de minnettarız.

29 Ağustos 2016 Pazartesi

Yine Pazartesi Sendromunu Yendim

İzinli olarak geçen bu Pazartesi sendromunu yendiğim günleri pek bir seviyorum. Pazar akşamından ayrı bir keyifli oluyorum ve bu ertesi güne de yansıyor. 30 Ağustos ile birleştirdiğim hatta 31 Ağustos'u da izinlerime ekleyip, hızımı almışken 1 ve 2 Eylül tarihlerine de İstanbul'da eğitim planlayarak tam bir hafta kendimi ofisten uzak tutma gibi sinsi (!) planları hayata geçirdiğim bir dönemdeyim.

Sabah vücut saatim alarm kapalı olsa da beni 6 da uyandırsa da bugün ajandamda her zamankinden farklı şeyler vardı. Akşamdan tozunu alıp lastiklerini şişirdiğim bisikletimle Bostanlı sahilde egzersiz ve keyif karışımı bir sürüş yapıp, ardından basketbol sahasında ter atmaya yöneldim. Okan'ın annesiyle okula gittiği haberi ulaşınca ben de eve gidip duş aldım ve sonra günün geri kalanına eşimle başbaşa devam ettim. Önce dışarıda kahvaltı, ardından vapurla Pasaport, orada bir kahve keyfi derken öğleden önce soluğu Kemeraltında aldık. Biraz çarşı geçtikten sonra Kemeraltı Balıkçısı'nda balık yiyip bunu yakmak için Alsancak'a yol aldık. Vapurla karşıya geçip okulunda uyuyan Okan'ı aldıktan sonra rutin kontrol için doktoruna götürdük. Sonra da alışverişimizi yapıp eve geldik.

Bu satırları yazarken aklıma ilkokulda verilen yaz ödevlerindeki yaptıklarınızı yazın görevi geldi. Tatildeyken pekçok şeyi özgürce yapma fırsatı bulunca insan sevinip paylaşmak istiyor :) Neyse bu uzun yapılanlar listesi evde yenen akşam yemeği sonrası bir kez de Okan ile onun ilk basketbol deneyimi için tekrar sahaya gitmemizle devam etti. Şimdi de eşimin hazırlayacağı buzlu kahve ve bloglama aktivitesiyle sürüyor.

Yaşasın sendromsuz Pazartesi, varolsun birikmiş izinler...





28 Ağustos 2016 Pazar

Gazoz Yerine Musluk Suyu İçerek Zirveye Çıkan Sanayici

Bu aralar biyografi ve hatıra okumaya takılmış durumdayım. Herbirinden kendime çıkarabileceğim illa ki bir şeyler çıkartıp, vay be adam şu konuda ne kadar da odaklanmış/hırslı/farklı/takıntılı diye okurken bazen şaşıp bazen de imreniyorum. 

Bu nitelikte okuduğum son kitap İzzet Özilhan'ı anlatıyor: Bir Hayat Hikayesi. İzzet Özilhan, Develi'de sıradan bir ailenin çocuğuyken bir dönemin sayılı sanayicilerinden ve şimdilerde ülkemizin en başarılı aile şirketlerinden Anadolu Grubu'na uzanan yolculuğunda gocunmadan yaşadıklarını anlatmış. Eşi ve çocuklarının da katkıda bulunduğu kitap, aslında biraz da amatörce kaleme alınmış ve yer yer sohbet havasında okunuyor. Belki de son bir kez editör kontrolünden geçmemiş olması kitabı daha samimi hale getiriyor. Kitaptan "İlke ve Kurallar" başlıklı bölümden bazı alıntılar yaparak sıfırdan nasıl böyle bir imparatorluk kurulduğuna dair bazı ipuçlarını paylaşmak istedim.

Eğer kitabın tamamını okumak isterseniz Anadolu Grubu'nun websitesinden kopyasına ulaşabilirsiniz:

http://anadolugrubu.com.tr/genelbakis/1/10/kurucularimiz

Bana bu kitabı tavsiye eden sevgili Serhan Tekin'e de bu vesileyle teşekkür ederim.


İlkeler ve Kurallar - İzzet Özilhan
Hep tutumlu davrandım hayatta, savruk ve savurgan olmadım. Tepebaşı’ndaki dükkânı çalıştırırken buna çok titizlenirdim. Dükkânda her şey vardı ve her şey satıyorduk. Buna sıcak soğuk içecekler de dahildi. Yazları dükkânın içi sıcaktan kavrulurdu. Canım bir gazoz içmek isterdi, o kadar da olur. Kendimi tutardım, hiç oralı olmamaya bakardım. Buzdolabında şişe şişe içecek varken ben musluk suyundan bir bardak doldurur, kana kana içer, hararetimi giderirdim. Sonra da kendime ‘İşte, bir bardak buz gibi su içtin. Bu, sana yeter de artar bile’ derdim. İçtiğim bir bardak suyun fiyatı bir kuruştu, gazoz ise 10 kuruş. Bunu yapar ve şimdi dokuz kuruş kâra geçtim diye düşünürdüm. 

İnsanlara herhangi bir işi yaptırmanın yalnızca bir tek yolu vardır: Onda o işi yapma ve yapabilme isteği uyandırmak. Yanı sıra onlara istediklerini vermek de. 
Karşınızdakine samimi olarak değer vermek insanları yönetme sırlarından biridir.

Dürüst ve gerçekçi değerlendirmeler yaparım. Ne değerlendiriyorsam yürektendir ve ödüllendirmelerde de eli açık olurum. 

Mutlu olduğum her şeyin hesabını tutarım. Üzüldüklerimi ise unutmam. 

Benim bütün başarım, çok çalışmama bağlıdır. Çok çalışmama ve ticaret ahlakına, gelenek ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlı olmama. 

İnsanları etkilemek o kadar kolaydır ki. Onların istedikleri ve bekledikleri dilde konuşurum ve anlaşırız. 

Gazetelerde, dergilerde ya da televizyonlarda görürsünüz; sayılı ticaret adamları, sanayiciler ve daha nice ünlü işadamları hepsi de az çok bir şeye dayanarak bugünlerine gelmişlerdir. 

Başarının sırrı, öteki insanların da görüşlerini almakta ve kendi bakış açımdan olduğu kadar karşımdakilerin de bakış açılarından bakma yeteneğindedir. Bir de tutumlu davranmak, boşuna ve gereksiz harcama yapmamak. 

Karşımdaki insana kendisine önem verdiğimi ve onu ciddiye aldığımı hissettiririm ve bunu sahiden yaparım. 

Ben hep aklımıza göre çalışalım, ayağımızı yorganımıza göre uzatalım, derim. Sözgelişi, az param varken o az paraya uygun işler yaptım. Elimde üç kuruş var diyebilirim... Bunu kimse bilmez. Ama o üç kuruşla ne yapabileceksem, onu yaparım ben de. Ayak ve yorgan hikâyesi. 

Kesinlikle başkalarını taklit etmem. Buna özen duymam. Eleştirmeyi, suçlamayı ve şikâyet etmeyi de sevmem. 

26 Ağustos 2016 Cuma

Nedir Bu Zorunlu Bireysel Emeklilik Sistemi?

25 Ağustos tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanan 6740 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un yayımlanması ile bir süredir öncüleri hissedilen ve medyada zorunlu Bireysel Emeklilik olarak anılan sistemin detayları belli oldu. Başından beri Bireysel Emeklilik Sistemi (BES)'ni savunan yazılar yazan, görüşler sunan biri olarak bizim gibi harcamayı çok seven bir halk için böyle disiplin getiren sistemlerin faydalı olacağını hep savundum. Bugün de aynı görüşteyim. Bir şekilde yarınlar için her kesimden insanın birikim yapması lazım, yoksa maaşının 2 katı değerinde telefon satın alıp ay sonunu zor getiren yüzbinlerce insan yaratmamız işten bile değil.


Neyse kişisel yorumlarımı bırakıp kanunu inceleyecek olursak, kanundan öne çıkan maddeleri aşağıda özetledim. Kanun kendi içinde diğer kanunlara da atıfta bulunduğu için, kanunun içinde kaybolmamanız için de atıfta bulunulan kanun maddelerini de açıkladım.

Umarım sistem hayatımıza girdiğinde hepimiz için faydalı olur ve geleceğe daha güvenle bakarız.

6740 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun

• Türk vatandaşı veya 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun 28 inci maddesi kapsamında [bu madde Çıkma izni almak suretiyle Türk vatandaşlığını kaybeden kişilere tanınan haklar içindir] olup 45 yaşını doldurmamış olanlardan 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) [Hizmet akdi ile bir veya birden fazla işveren tarafından çalıştırılanlar,] ve (c) [Kamu idarelerinde çalışanlar] bentlerine göre çalışmaya başlayanlar emeklilik sözleşmesiyle emeklilik planına dahil edilir.

• İşveren, çalışanını ancak Müsteşarlıkça uygun görülen emeklilik şirketlerinden birinin sunacağı emeklilik planına dahil edebilir.

• Çalışan katkı payı 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 80 inci maddesi [a) Prime esas kazançların hesabında; Hak edilen ücretlerin, Prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkaktan o ay içinde yapılan ödemelerin ve işverenler tarafından sigortalılar için özel sağlık sigortalarına ve bireysel emeklilik sistemine ödenen tutarların, İdare veya yargı mercilerince verilen karar gereğince yukarıdaki (1) ve (2) numaralı alt bentlerde belirtilen kazançlar niteliğinde olmak üzere sigortalılara o ay içinde yapılan ödemelerin,brüt toplamı esas alınır.] çerçevesinde belirlenen prime esas kazancın %3 karşılık gelen tutardır.

• Çalışan katkı payı, en geç çalışanın ücretinin ödeme gününü takip eden iş günü emeklilik şirketine aktarılır.

• Çalışan, otomatik katılıma ilişkin emeklilik sözleşmesinde belirlenen tutardan daha yüksek bir tutarda kesinti yapılmasını işverenden talep edebilir.

• Çalışan, emeklilik planına dahil olduğunun kendisine bildirildiği tarihi müteakip 2 ay içinde sözleşmeden cayabilir. Cayma halinde, ödenen katkı payları, varsa hesabında bulunan yatırım gelirleri ile birlikte 10 iş günü içinde çalışana iade edilir.

• Cayma hakkını kullanmayan çalışan Müsteşarlıkça belirlenen hallerde katkı payı ödemesine ara verilmesini talep edebilir.

• Çalışanın cayma hakkını kullanmaması halinde sisteme girişte bir defaya mahsus olmak üzere 1.000 TL tutarında ilave Devlet katkısı sağlanır.

• Emeklilik hakkının kullanılması halinde, hesabında bulunan birikimi en az 10 yıllık, yıllık gelir sigortası sözleşmesi kapsamında almayı tercih eden çalışana, birikiminin %5’i karşılığı ek Devlet katkısı ödemesi yapılır.

• Emeklilik planları kapsamında emeklilik şirketlerince fon işletim gideri kesintisi dışında başka bir kesinti yapılamaz.

• Kanun 1/1/2017 tarihinde yürürlüğe girer.

Kanun metni için:
http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2016/08/20160825-4.pdf

7 Ağustos 2016 Pazar

Shoe Dog - Nike'ın Hikayesinden Kendime Dersler

Bu yaz için okunması gereken “business” kitapları listelerinin birinde Shoe Dog’u görüp, nedir ne değildir diye detaylı incelediğimde Nike’ın sahibi Phil Knignt’in anı kitabı olduğunu görünce, sevdiğim ama hikayesi hakkında hiç bir şey bilmediğim bu marka ve arkasında yatan muhtemel bir başarı hikayesi için kitabı edinme kararı aldım. Ardından, bu aralar telefonumda kullandığım “goodreads” adlı uygulamada okumakta olduğum kitaplar listesine bu kitabı eklerken aslında kitabın sadece önerilmekle kalmadığı bir hayli de beğenildiğini hem notundan hem de yorumlarından farkettim. Yaklaşık 760 sayfalık kitabı bitirince de kendim için aldığım notlarla birlikte bir değerlendirme yapmak istedim.

Bir kere daha önce hakikaten hakkında hiç bir şey bilmediğim Phil Knight’i çok sevdim. Sanırım bunda en önemli faktörde onun da benim gibi PwC adlı denetim firmasından geliyor olması önemli faktör oynadı. Bununla birlikte bir ortak noktamız daha var; o da bazı konularda tepkisini koymakta benim gibi zorlanıyor ve susarak, tepkisizlikle konuya cevabını veriyor. Şirketin kuruluş aşamalarında kendisine çalışanlarından gelen talepkar postalara cevap vermemesi hayır diyememesinin en basit örneği, ama o sorun yaşamamak için, hayır yerine susmayı tercih etmiş. Daha önce hayır diyebilme konusunda okuduğum bir kitapta eğer kolay hayır diyemiyorsanız, evet demek yerine susun deniyordu, Phil de bunu başarıyla uyguluyor. Ama Phil’in de gayet dik bir duruş sergileyip “hayır” demeyi bildiği noktalar da var; ilk aklıma gelen, yine benim mesleki tecrübemle yakın olmasından ötürü, şirketine verilen yüklü gümrük vergisi cezası için idari makamlara sonuna kadar itiraz etmesi, hakkını aramak için her türlü araştırma ve girişimde bulunması yazdığı başarı hikayesi için de dönüm noktası oldu.

Kitapta hikayesini yıl yıl anlatması çok hoşuma gitti. Olayların ardı ardına tarihsel olarak devam etmesi kendimi hikayenin içinde hissetmemi sağladı.

Hacettepe Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler okurken bölüm başkanımız yazın mutlaka biyografi ya da otobiyografi okumamızı önerirdi ve kişilerin yaşanmış hikayelerinden kendimize çok iyi dersler çıkarabileceğimizi söylerdi. Son 2-3 yıl içerisinde okuduğum kitaplardan Steve Jobs ve Alex Ferguson’dan bu bağlamda güzel şeyler edindiğimi düşünürken, bu kitap ta kesinlikle fayda açısından (oto)biyografilere  ve anı kitaplarına önem vermemi sağlayacak cinsten oldu.

İngilizce olarak okuduğum kitaptan hoşuma giden bazı alıntılar yaptım. Aşağıda da bunların bir kısmına kısa yorumlar yaparak içselleştirmek istedim. Bakalım ileride bu notları okuduğumda neler düşüneceğim…

Bu arada kitabı okumayı düşünenler için, kesinlikle tavsiye ederim. Özellikle girişimcilik konusunda cesarete ihtiyacı olanlarla, çok paraya sahip olunca hayatın nasıl değiştiğini merak edenler için güzel ipuçları içeriyor bu kitap…

Ayrıca kitabı ve Phil Knight için ekşi sözlükte yazar hash browns'un yazdıkları da şu şekilde:

"1964'te şirketini kurduğunda pazar bu kadar büyük değildi. spor ayakkabılar genelde sporcuların kullandığı ekipmanlardı. Harcanabilir gelir ve boş zamanın artması, spor yapma alışkanlığının yaygınlaşması, spor aktivitelerinin ticarileşmesi ve küreselleşmesi, reklam, tasarım ve konfora yapılan yatırımlarla spor giyimin günlük kullanımının artması pazarı büyüttü. phil knight bu trende katkıda bulunarak hem de bundan faydalanarak büyük bir global marka ve şirket yarattı. Başından beri spor ayakkabıların iyi satacağına ilişkin güveni tamdı. japon onitsuka'nın distribütörlüğü ile başladığında, pazarda talebin arzdan fazla olduğunu görüyordu. bu güçlü talebi karşılamak için şirketin bilançosunu zorlamaktan çekinmedi. yüksek büyüme oranlarını devam ettirebilmek için tedarikçi ve banka fonlamasını sonuna kadar kullandı. ilk on yıl hep likidite sıkıntısının içinde oldu. bir kaç kez iflasın eşiğinden döndü. Likidite sıkıntısını aşmak için bulduğu yollardan biri perakendecilerden geri ödemesiz ön sipariş almak oldu. bunun karşılığında %7 iskonto verdi. perakendeciler başta buna yanaşmasa da ürünlerin rağbet görmesi kabul etmelerini sağladı. bu program halen kullanılıyor. Önceki iş tecrülerinden kurumsal hayattan lezzet almadığını gördü ve etrafında da genelde o hayat tarzından sıkılan 'unemployable' kişiler toplandı. ilk yönetim kademesi bunlardan oluştu. dolayısıyla nike'ın kültürü de. En etkin pazarlama yöntemi sponsorluk anlaşmaları olduğu için sporcular ve kulüpler ile yakın ilişkiler kurdu. onlara daha bütüncül bir ürün desteği verebilmek için konfeksiyon tarafına da girdi. bu atılım aynı zamanda mağazalardaki raf alanını ve görünürlüğünü artırdı. Sıfırdan başladığı yıllarda pazarın en güçlü oyuncuları adidas ve pumaydı. şu anda ise nike'ın abd'deki pazar payı %21 adidas'ın ise %3.5. nike'ın global satışları 31 milyar dolar, adidas'ın 19 milyar dolar. utangaç bir girişimci için hiç fena değil. * yazdığı 'shoe dog' adlı kitaptan aklımda kalanlar. akıcı ve güzel bir anı kitabı. tavsiye ederim."
 
 
In the beginner’s mind there are many possibilities, but in the expert’s mind there are few. (ee ben bunu şöyle yorumluyorum; tecrübe bazı ihtimallerin aslında ihtimal dahilinde olmadığını görebilmektir.)

Like it or not, life is a game. Whoever denies that truth, whoever simply refuses to play, gets left on the sidelines, and I didn’t want that. (Hayatın oyun olduğunu kabul edersek acaba daha mı rahat davranız yoksa bu oyunu kazanmak için daha mı çabalarız?)

So that morning in 1962 I told myself: Let everyone else call your idea crazy . . . just keep going. Don’t stop. Don’t even think about stopping until you get there, and don’t give much thought to where there is. Whatever comes, just don’t stop. That’s the precocious, prescient, urgent advice I managed to give myself, out of the blue, and somehow managed to take. Half a century later, I believe it’s the best advice—maybe the only advice—any of us should ever give. (İnandığın yolda vazgeçmeden çalışmaya devam et dendiğinde kişisel gelişim kitabı mesajı gibi oluyor ama böyle gerçek bir başarı hikayesi ile süslendiğinde bu söz gerçekten “vurucu” oluyor)

Now, here, you see, it takes all the running you can do, to keep in the same place. If you want to get somewhere else, you must run at least twice as fast as that.

The man who moves a mountain begins by carrying away small stones.

A tiger hunts best when he’s hungry. (Gerçekten ihtiyacın olan şey için gösterdiğimiz performans sıradan şeyler için gösterdiğimiz performanstan her daim fazla oluyor, yoksa daha fazla havuçla mı doldursak dünyamızı?)

To study the self is to forget the self.

A wise man climbs Fuji once. A fool climbs it twice.

Happiness is a how, not a what. (Kısa ama net cümle; ne yaptığın ile nasıl yaptığın konusun şirketlerin performans değerlendirmesinde bile son derece önemli hale gelmişken mutluluğun da bu bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatan Phil Knight’a teşekkürler)

Business is war without bullets.

Shoe dogs were people who devoted themselves wholly to the making, selling, buying, or designing of shoes.

It’s the Greek goddess of victory. (Nike’ın Yunan tanrıçası olduğunu da bu kitap sayesinde öğrendim)

Good news travels fast. Bad news travels faster than Grelle and Prefontaine. On a rocket. (Biz Türkçe’de kötü haber tez duyulur diyoruz, demek ki her kültürde olan bir şey bu.)

A race is a work of art that people can look at and be affected in as many ways as they’re capable of understanding.

I told them that this program, which we were calling Futures, was the future, for us and everyone else, so they’d better get on board. Sooner rather than later. (Ah şu türev ürünler, 2006’da yüksek lisans yaparken üzerinde ürün bile geliştirdiğim ama sonar hayatımda hiç karşıma çıkmayan türev ürünler, Nike’ın finansman sorunu için ilaç olmuş bile)

Don’t go to sleep one night. What you most want will come to you then. (Denemeye değer sanki ama o gece hangi gece acaba?)

No brilliant idea was ever born in a conference room, he assured the Dane. But a lot of silly ideas have died there, said Stahr. (Nedense ben de hem iyi yorumlarımı hem de sıra dışı fikirlerimi diğer insanlarla bir aradayken değil de kendimle başbaşayken vermişimdir)

Somebody may beat me—but they’re going to have to bleed to do it. (İddialı cümle…)

Nike was more than just a shoe. I no longer simply made Nikes; Nikes were making me. If I saw an athlete choose another shoe, if I saw anyone choose another shoe, it wasn’t just a rejection of the brand alone, but of me. (Son iki şirketimde bende de bu algı var, çalıştığım markaların ılımlı fanatiği oluyorum, ki sadece maaşlı çalışanım, Phil gibi şirketin kurucusu/sahibi olsam durum holiganlığa bile gidebilir)

Don’t tell people how to do things, tell them what to do and let them surprise you with their results. (Bu tavsiye çocuk gelişimi için de veriliyor, bakalım oğlumuz için ne kadar uygulayabileceğiz)

I let them be, let them do, let them make their own mistakes, because that’s how I’d always liked people to treat me.

Vastly trickier than how to get midsoles from Point A to Point B was the question of Son A and Son B, how to keep them happy, while keeping Son C, Nike, afloat.

There is no finish line. (Emekliliğe bakış açım…)

Beating the competition is relatively easy. Beating yourself is a never-ending commitment. (Yoksa tek rakibimiz kendimiz miyiz? Peki ya THY?)

He said going public wasn’t an option. It was mandatory. I needed to solve this cash flow problem, he said, attack it, wrestle it to the ground, or else I could lose the company. Hearing his assessment was frightening, but necessary. (Nakit sıkıntısı Phil’I çok yordu, ama borsaya açıldıktan sonra da kral oldu)

I recall thinking during one of my nightly runs: Everything is about to change. It’s just a matter of time. (Biz buna  kişisel gelişim kitaplarında “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” diyoruz)

Essentially the American Selling Price law, or ASP, said that import duties on nylon shoes must be 20 percent of the manufacturing cost of the shoe—unless there’s a similar shoe manufactured by a competitor in the United States. In which case, the duty must be 20 percent of the competitor’s selling price. So all our competitors needed to do was make a few shoes in the United States, get them declared similar, then price them sky high—and boom. They could send our import duties sky high, too. And that’s just what they did. One dirty little trick, and they’d managed to spike our import duties by 40 percent—¬retroactively. Customs was saying we owed them import duties dating back years, to the tune of $25 million.

Fortune favors the brave. (Kendi fikrini işi haline getirmeyi düşünen potansiyel girişimci bu cümleyi okuyup şirketin kuruluş işlemlerini başlatır, net…)

When you see only problems, you’re not seeing clearly.

I say by pure chance, but is it really? Am I allowed to think that some coincidences are more than coincidental? Can I be forgiven for thinking, or hoping, that the universe, or some guiding daemon, has been nudging me, whispering to me? Or else just playing with me? Can it really be nothing but a fluke of geography that the oldest shoes ever discovered are a pair of nine-thousand-year-old sandals . . . salvaged from a cave in Oregon? Is there nothing to the fact that the sandals were discovered in 1938, the year I was born?

To study the self is to forget the self. Mi casa, su casa

You measure yourself by the people who measure themselves by you.

Though we knew that much of the criticism was unjust, that Nike was a symbol, a scapegoat, more than the true culprit, all of that was beside the point. We had to admit: We could do better. We told ourselves: We must do better. Then we told the world: Just watch. We’ll make our factories shining examples. And we did. In the ten years since the bad headlines and lurid exposés, we’ve used the crisis to reinvent the entire company.

Change never comes as fast as we want it. (Ah bir de bana sorun, değişmesini istediğim şeyi kaç senedir bekliyorum bi bilseniz…)

When goods don’t pass international borders, soldiers will. (Küreselleşen dünyayı harika anlatan bir ifade…)

When it came rolling in, the money affected us all. Not much, and not for long, because none of us was ever driven by money. But that’s the nature of money. Whether you have it or not, whether you want it or not, whether you like it or not, it will try to define your days. Our task as human beings is not to let it. (Para sana hakim olmak için her şeyi yapar, dikkat!)

Luck plays a big role. Yes, I’d like to publicly acknowledge the power of luck. Athletes get lucky, poets get lucky, businesses get lucky. Hard work is critical, a good team is essential, brains and determination are invaluable, but luck may decide the outcome. Some people might not call it luck. They might call it Tao, or Logos, or Jñāna, or Dharma. Or Spirit. Or God. Put it this way. The harder you work, the better your Tao. And since no one has ever adequately defined Tao, I now try to go regularly to mass. I would tell them: Have faith in yourself, but also have faith in faith. Not faith as others define it. Faith as you define it. Faith as faith defines itself in your heart. (Şans faktörünü kabullenmek bir erdemdir, her şeyi şansa tabi ki bağlayamayız ama şansın etkili bir tamamlayıcı olduğunu ilk kez bu kitapta okumadığımıza göre bizim de kapımızı çalmasını, hatta kırmasını beklediğimizi haykırabiliriz)

Google adsense

Analytics