13 Ekim 2018 Cumartesi

Romanya'da Misafir Denetçi Olmak

Misafir denetçi olarak 5 haftalığına ya da otel rezervasyonumda yazdığı gibi 32 geceliğine (yazının sonunda 32 gece kalmadığımızı da okuyacaksınız ama özellikle fırsat buldukça kaleme aldığım bu içeriğin akışı bozulmasın diye değişiklik yapmıyorum.) Romanya’nın başkenti Bükreş’te olacağım. Fırsat buldukça da gözlemlerimi not edip yıllar sonra da geri dönüp “ne günlerdi be!” diyebileceğim bir kaynak bırakmak istedim. Daha önce Romanya’da hiç bulunmadım, aslında çok fazla yurt dışına çıkan biri de değilim. Bundan 10 yıl önce 3 geceliğine yine iş için Paris’te bulunmuştum, bir de yurt dışı olarak kabul ederseniz Karadeniz gezisine çıktığımda birkaç saatliğine vizesiz Gürcistan’a geçmiştim.


Vize konusunun ne kadar önemli ve zorlu bir süreç olduğunu Romanya vizesi için evrakları toplayıp online başvuruyu yapma sürecinde oldukça iyi anladım. Şimdi kayıtlarımı tekrar kontrol ettiğimde, sadece bireysel başvuru kabul eden (yani acente vasıtasıyla başvuru yapamazsınız) konsolosluğa evraklarımı 18 Temmuz 2018 tarihinde internet sayfası üzerinden göndermişim. Hemen aynı gün akşamüstü saatlerinde ise 3 Eylül 2018 tarihinde olacak vize görüşmesi için bilgi maili geldi. Basitçe Excel’de iki tarih arasındaki farkı alınca 47 çıkıyor. Bir başka deyişle, vizeye başvurduktan 47 gün sonrasına konsolosluk gün veriyor. Benim 10 Eylül’de Bükreş’te olmam gerektiği için bu maili aldığımda oldukça gerildim. Önce bilgi ve tecrübelerine danışmak için şirketimin anlaşmalı seyahat acentesi olan Vista Turizm’i aradım, belgelerde bir sorun olmazsa yetişebileceğimi söylediler. Ardından gelen maile durumumu anlatan bir cevapla döndüm ama tahmin edeceğiniz gibi yanıt alamadım. En son olarak da arayıp durumumu sözlü olarak anlattım ve karşımdaki görevli değişik bir Türkçe ile eğer evraklarda sorun olmazsa görüşmeden 2 gün sonra vizemi vereceklerini söyledi. Aradaki süreci hızlıca ileri saracak olursam, 3 Eylül’de Romanya’nın İzmir’deki konsolosluğuna gittim ve her ne kadar internette yazmayan evrakların da istendiği bir durumla karşılaşsam da gün içinde onları da tedarik edip vize ücretini de yatırdım ve dedikleri gibi 5 Eylül Çarşamba akşamüstü saatlerinde vizem hazırdı. Bu kadar vize sürecini detaylandırdıktan sonra geçelim Romanya’ya varışıma…

10 Eylül sabahı önce İzmir’den İstanbul’a, ardından da İstanbul’dan Bükreş’e uçacak şekilde uçuşumu planlamıştım. Beni Romanya’ya götürecek uçak Türk Hava Yolları’nın anlaşmalı uçuş yaptığı Tarom’un uçağıydı. Maalesef görevlinin söylediğine göre bu firma Star Alliance’a üye olmadığı için bagajımın bağlantısını yapamadı ve bu sebeple İstanbul’da bagajımı alıp tekrar dış hatlarda Tarom’un gişesinden teslim etmek zorunda kaldım. Fiziksel olarak iki bavul, bir sırt çantası ve elde taşınan bir takım elbise biraz yorsa da yurtdışına çıkış heyecanı ile fazla koymadı. Her iki uçuşumu da şirketimin sunduğu 5 saati aşan uçuşlardaki business class tercih etme hakkını kullanarak gerçekleştirdiğim için gayet rahat geçirdim. Ne yalan söyleyeyim, business bileti bilerek almadım, bana en yüksek bagaj hakkını almam söylendiği için 50 kg bagaj hakkı veren bileti satın aldım, uçuştan bir gün önce koltuk seçimi için online işlemlere girdiğimde ban sunulan ön sıralardan business uçacağımı anladım. Şunu da söylemeliyim ki, business class uçarken THY gerçekten yolcusuna fark yaratıyormuş. Olay meyve suyunda değil de gözlerinizin içine memnuniyetiniz için bakan, müşteri memnuniyetine odaklanmış personeldeymiş. Neyse bu kıyaslamayla konumuzu dağıtmadan Romanya’ya inişime geçelim.

Uçaktan indikten sonra pasaport kontrolü için sıraya girdim. Sıra bana gelince karşımda tüm ciddiyetiyle bulunan görevli amca önce İngilizce olarak Pegasus’la mı geldin diye sordu, hayır Tarom’la dedim. Ardından neden geliyorsun dedi? Misafir denetçi olarak denetim ekibine katılacağım dedim. Nereden geliyorsun dedi? İzmir dedim. Onu görüyorum, hangi firmadan dedi, onu da cevapladım. Sonra kaç gün kalacaksın dedi, 33 gün dedim. Dönüş biletini, otel rezervasyonunu göster dedi. Sırt çantamdan otel rezervasyonumu teyit eden mail çıktısını kendisine verdim. Nihayet ikna olmuş gözüktü, kendi kendine bir şeyler yaptıktan sonra pasaportumu geri verdi. Bu süreçte beni ne kadar gerdiyse artık o rahatlamayla ağzımdan önce “teşekkürler” çıktı, sonra da hatamın farkına varıp “thanks” diyerek oradan uzaklaştım.

Bavulumu da aldıktan sonra havaalanındaki ilk taksiye bindim ve Sheraton dedim. Şoför amca Sheraton’un sonundaki “ton”u oldukça vurgulayarak adeta onayımı istedi, ben de kafamı yukarıdan aşağıya sallayarak onay verdim. Otelin önüne geldiğimizde taksimetre 36 Leyi tutmuştu. Şöfor’den belge isteyince bana dönüp “40 Leyi tuttu ama istersen bahşişle 50 Leyi verebilirsin” dedi. Taksimetreye bir daha baktıktan sonra “40 Leyi verebilirim” dedim. Bu kez “Yani bahşiş vermek istemiyorsun” dedi. Olay sanki benim açımdan bir vicdan testine doğru gidiyordu ve bu konuyu daha fazla uzatmamak için “45 Leyi ödemek istiyorum” dedim. Adamın gözlerinin içi hemen güldü ve teşekkür etti. Romanya’ya gelmeden önce ekşisözlük’ten buradaki taksicilerin marifetlerini okumuştum, ben de ilk günden tecrübe etmiş oldum.

Otele girdiğimde 32 günlük konaklama için her hafta Pazartesi takip eden hafta için provizyon ve geçmiş hafta için fatura ve ödeme şeklinde işlem yapabileceklerini söylediler. Bu iş yükü yerine girişte provizyon ve sonunda ödeme metodunu önersem de sürekli “garanti” için deyip duran görevlinin teklifini kabul ettim. Söylediğine göre benimle aynı ekipte olan diğer bayan arkadaşlardan biri de bu şekilde ödeme yapmayı kabul edip odasına yerleşmişti. Sonradan teyit ettiğimde bu bilginin doğru olduğunu öğrendim. Sheraton’daki odam metrekare cinsinden biraz küçüktü, alanın çoğunu çift kişilik yatağım kaplıyordu. Duvara yapışık dar bir masa vardı ve ben bu satırları orada kaleme aldım. Odanın bence en büyük dezavantajı açılabilir bir penceresi olmamasıydı. Tek bir pencere vardı ve o da köhne bir binaya bakıyordu. Bu sebeple genelde odayı kapalı pencere ve loş ışıkla kullanmayı tercih ettim. TV’de ise maalesef Türkçe içerik yoktu. Menüde Türkiye’den bildiğim TRT World (İngilizce yayım) ve Kanal D vardı. Kanal D’yi heyecanla açtığımda ise her ne kadar logosu bildiğimiz Kanal D logosu olsa da Romanya için yayım yapan ve bu sebeple dilini anlamadığım (Romence) bir kanal olduğunu gördüm. Akşamüstü otelin spor salonuna gittim. Ülkemizdeki otellerin spor salonundan sonra tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Evet alet ekipman vardı ama o kadar az ve salon o kadar sadeydi ki, odadan sonra spor salonunu da görünce Türkiye’nin oteller konusunda Romanya’dan açık ara önde olduğuna kanaat getirdim. Hele ki uzun dönem ve toplamda 4 kişi için alınmış gecelik 110 Euro fiyat bence sunulan imkan için biraz abartılıydı.

Ertesi gün sabah gruptaki 3 bayan arkadaşımla lobide bir araya gelip denetleyeceğimiz şirketimize gittik. Bu sefer Uber kullandık. Biraz sıkışıp gittik belki ama kısa mesafe olduğu için sorunsuz bir transferdi. Şirkete ulaştığımızda ofislerin Türkiye’dekine benzediğini ama bir tık daha mütevazi olduğunu gördüm. Şirket kültürü açısından farklı olan şey ise öğle yemeğinin şirkette verilmemesi oldu. Konuştuğumuz yönetici genelde insanların evden getirip mutfaklarda yediğini, dilersek çevredeki restoranların adresini verebileceğini ya da internet üzerinden sipariş vermek için link paylaşabileceğini söyledi. İlk gün onun önerdiği “Stadio” adlı restauranta gittik. Otantik bir yapısı vardı, avluda yemek yer gibiydik. Menü oldukça seçenek sunuyordu. Riske girmemek için tavuk şinitzel söyledim. Tabağımda küçük bir omlet, salata, soslu bir patates ile beraber büyük bir şinitzel geldi. Fiyatı 42 leyi idi. Türkiye’de daha iyisini daha ucuza yerdim ama Avrupa ile Türkiye arasındaki satınalma gücü, para birimlerinin değeri ve hizmet sektörünün fiyatlaması açısından fark olduğunu kabul etmemiz gerekir. Restoranda fiş geldiğinde altta toplam tutar vardı, onun altında ise memnuniyet seviyelerini belirten orta, iyi çok iyi gibi üç değerlendirme vardı. Her birinin yanında da artan tutarlar vardı. Yani taksideki, oteldeki gibi restoranda da işlerini garantiye alıp bahşişi kendileri belirliyorlardı. Bakalım daha neler görecektim.

Denetimin ikinci gününde transfer için Uber kullanmak yerine yürümeye karar verdik. Google Maps otelle iş yerinin arasının 10 dakika olduğunu söyleyince gidiş ve dönüşü havanın da iyi olması sayesinde yürüyerek yaptık. İyi fikirdi, böylece günlük 10.000 adım atma hedefimi de tutturmuş oldum. Yüksek konsantrasyon gerektiren toplantılar sonrasında yorgun bir şekilde odaya geldiğimde uyuyacak gibi olduğumu hissedince kendimi toparlayıp spor salonuna gittim. Neyse ki denetim ekibindeki diğer iki arkadaşım da oradaydı. Spor salonunda aynı ülkemizdeki gibi kendini fazlasıyla beğenen ve bu yüzden gözlerini aynadan alamayıp farklı açılardan kaslarına bakan erkek modelini görmek bana evrenselliği hatırlattı. Öğlen gittiğimiz Frufru adlı mekandan alıp bitiremediğim ton balıklı sandviçimi yiyip FastForward eğitimimi odamda tamamladım. Bu satırları yazdıktan sonra da biraz kitap okuyup yarınki toplantılarda daha dinç olmak için enerji toplamaya geçeceğim. Bakalım Bükreş bana yarın hangi yüzünü gösterecek…

Her ne kadar üstteki paragrafı “Bükreş bana yarın hangi yüzünü gösterecek…” diye bitirmiş olsam da araya 2 günlük yoğun çalışma ve sonrasında kişisel meraklarımla ilgili araştırma yapma molası girdiği için hafta sonu gözlemlerimi paylaşmaya devam ediyorum. Genel de “yediğin içtiğin sana kalsın gezip gördüğünü anlat” derler ama ben yemeklerle ilgili gözlemlerimi de paylaşmayı tercih ediyorum. Dün yine öğlen yemeği için “Stadio” adlı restauranta gittik. Bir gün önce gittiğimiz mekanda yemeğin gelmesini yarım saat bekleyip bazı hijyen eksiklikleri gördükten sonra bir önceki deneyimimizde çok da fena bulmadığımız Stadio’ya bir daha gitmeye karar verdik. Menüde oldukça çeşit olmasına rağmen Türk yemeklerini nasıl yaptıklarını merak ettiğim için “Istanbul Kebap” denemek istedim. İçinde domuz eti kullanılmadığının teyidini aldıktan sonra siparişi verdiğimde garson bana “side dish” tercihimi sordu. Tabi ülkemizdeki kebap sipariş ettiğinizde masayı donatma anlayışı burada olmayınca yanında garnitür sorması çok doğal. Neyse, nar ekşili marul ile servis edilen bizim Adana kebap diye nitelendirebileceğimiz kebap makul bir sürede servis edildi ve lezzeti gayet iyiydi. 38 leyi gibi bir fiyat Romanya standartlarında orta seviyede kalıyor. Yurtdışına sık çıkan arkadaşlarımdan etin yurtdışında ucuz olduğunu duyuyordum. İlk hafta itibarıyla etin salataya ve makarnaya kıyasla uygun olduğunu ben de gözlemledim. Bu Cumartesi akşamı, İsviçre’den gelecek diğer denetim ekibiyle bir araya gelip beraber akşam yemeği yemek için şehirde popüler olduğu söylenen “Caru’cu Bere” (literally “Cart with Beer”) adlı restaurantta buluşacağız. Gündüz herkes serbest zamanını değerlendirip akşam 8’de mekanda buluşalım diye karar alınca ne olur ne olmaz ben önceden mekana nasıl ulaşacağımı bir keşfedeyim diye öğlen yola çıktım. Öğlene kadar da iş yerinde yakında gireceğim “bağımsız denetim sınavı” konularına çalıştım ama onun konumuzla alakası yok. İnternet paketim olmadığı için wi-fi üzerinden Google Haritalardan Bükreş haritasını indirip (boyutu 30 mb) mekanı buldum. Evet biraz hızlı ileri sardım, bulmam çok kolay olmadı ama bunda şehrin ya da haritaların bir suçu yoktu. Neyse günlük adım hedefimi tutturarak mekana ulaştım. Öğlen 2 gibi oradaydım, oturacak yer yoktu ve girmek için sıra bekleyen insanlar vardı. Mekanın popüler olduğunu ve akşam da buraya ulaşabileceğimi teyit ettikten sonra biraz çarşıyı ya da buradaki adıyla “Old Town”u gezeyim istedim. Elimde olmadan Türk markalarını görünce pek bir sevindim. Hatta dayanamayıp Garanti Bankası’nın fotoğrafını çekip, Koton mağazasının içini gezdim. Havanın sıcak olması ve sırtımda içinde bilgisayar olan bir çanta taşıyarak o kadar yürümek beni yormuştu, kendimce Alaçatı’ya benzettiğim sokaklarda gezerken bir yemek molası vermeye karar verdiğimde karşıma “Efendi” çıktı. Bildiğin dönerciydi, dürümde kaşarlı bir et döner yanına da nar aromalı Sırma marka soda sipariş ettim. Hem de sadece 25 leyi’ye. Kesinlikle Romanya’daki fiyat performansı en yüksek olan yemek tecrübemdi. Gurbette Türk ürünleri görünce önüne geçemediğim bir duyguyla atlıyorum ama belki de yeniliklere daha açık olmam lazım. Neyse daha dört hafta buradayım bakalım neler deneyimleyeceğim.

Yukarıdaki paragrafı kaleme aldıktan 6 gün sonra gözlemlerimle kaldığım yerden devam ediyorum. Bükreş’te yaklaşık iki haftayı devirdikten sonra şunu net bir dille söyleyebilirim ki bu şehirde İngilizce bildikten sonra hiçbir sıkıntı çekmezsiniz. İlk günümde sokakta gezerken yaşadığım ürkeklikten bugün eser yok çünkü ne derdim olsa rahatlıkla iletişime geçebileceğimi biliyorum. Marketteki promosyoncu elemanla ya da kasiyerle, her çeşit restauranttaki garsonla, oteldeki bellboy ile, herhangi bir Über şöförü amcayla ya da spor salonundaki personal trainer ile kısaca aklınıza gelen her statüdeki insanla İngilizce konuşabileceğinizi, kendinizi ifade edebileceğinizi bilmek önemli bir konfor alanı sağlıyor.

Bir de şu trafik ve yayalara saygı konusuna değinmeliyim… Bükreş’te araçların kullandığı caddeler bizdekilere göre çok ama çok geniş. İnşa etmekte üzerimize yok ama nedense bizde bu geniş yollardan yok. Belki bir gün bizde de olur, belli mi olur… Ama bizde maalesef kolay kolay olmayacak bir şey daha var burada. O da yayalara saygı. Yaya geçidi olarak belirlenmiş yoldaki çizgilerin üzerinde yürümeye başlamanız halinde hangi araç olursa olsun duruyor. Ben ilk 5-6 gün de baya tedirgin bir şekilde geçerken benimle beraber olan Avrupa’lı arkadaşlarım son derece emin ve rahat bir şekilde yaya geçitlerini kullanıyordu. Ülkemizde bunlara hiçbir şekilde güven olmayacağı için ben başta hep araçları kontrol edip, mümkünse şoförle göz teması kurarak karşıdan karşıya geçtim. Şimdiler de yavaş yavaş o ürkekliği üzerimden atıyorum. Tabi Türkiye’ye döndüğümde bu alışkanlığımdan hemen vazgeçmem gerektiğini de biliyorum. Aksi takdirde, ülkemizde bu çizgileri hiç bir şoför umursamayacağı için baya üzülebilirim.

Buradaki ikinci hafta sonumda Cumartesi günü alışveriş merkezlerini keşfetmek için önce biraz Google haritalarda keşif yaptım, ardından da kendimi yollara vurdum. Belki kurgu sanacaksınız okurken ama hiç böyle ufak hesaplarla işim olmaz, size bir gözlemimi aktaracağım ki gerçekten çok bomba: Cumartesi öğlene doğru plazaların olduğu bir caddede yürüyorum. Cadde geniş ama tatil olması ve evlerin çok olmaması sebebiyle hem yol, hem de cadde oldukça boş. Yolun karşısında bir adam duvara iyice yanaştı, elini önüne götürdü ve tahmin edeceğiniz gibi çişini yapmaya başladı. Ben de bir yandan yürürken bir yandan da adamı izledim. İçimden de “vay be Avrupa Birliği vatandaşı ama yuhh yani!” diye geçirdim. Neyse sonra adam önünü düzeltti, yürümeye devam etti. Elinde siyah bir poşet vardı, ve üzerinde “Süravi” yazıyordu. Yoksa Türk müydü?

Ve sahne Rod Stewart'ın... 
Romanya’da olduğum sürede bir de dünya yıldızı izleme şansına eriştim. Kim miydi bu yıldız? Rod Stewart. 73 yaşındaki rock yıldızını açıkçası daha önce pek dinlediğimi söyleyemem ama tabi ki büyük bir isim olduğunu biliyordum. Kendisini sahnede görünce de, neden bu kadar büyük bir yıldız olduğunu çok iyi anladım. Gerçekten sahne şovu ile müziği çok iyi birleştiriyor. Rod Stewart’ın konserdeki performansını bir yana bırakacak olursak, Rumenlerin konser esnasındaki tavırlarına/duruşlarına hayran kaldım. Binlerce insan parlamento binasının önünde toplanmıştı ve adeta su gibi akan alkole rağmen bir tane taşkınlık yapan, olay çıkartan, çevresini rahatsız eden kişiye rastlamadım. Hani derler ya, ağzınla iç diye, adamlar gerçekten ağızlarıyla ve adabıyla içiyorlarmış, takdir ettim.

Bu arada bu satırları yazdığım Eylül ayının son haftasında burada havalar erken kararmaya ve oldukça sert esmeye başladı. Hava durumu dinleyenlerin sıklıkla duymaya alışık olduğu “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası”nı burada yaşamaya başladım, atkısız dışarı çıkamaz oldum. Neyse ki yalnız değilim, sokağa çıktığımda ceketini giyip atkısını saran pek çok kişiyi gözlemliyorum.  

Hafta içi şirket yönetimi bizi geleneksel Romanya yemekleri yiyebileceğimiz “Lacrimi si sfinti Restaurant”a götürdü. Adının pek bir acayip olduğunu görüp de yanlış yazılmış sanmayın, yazımını internet sitesinden de kontrol edip kopyaladım. Ortam fazlasıyla otantikti, müzik ve konum da gayet iyiydi. Başlangıçlarla birlikte masaya etlerin gelmesiyle birlikte işin rengi değişti. Geleneksel olan neredeyse her yemekte Romenler domuz eti kullandığı için ilk etapta benim için tek alternatif masadaki mezeler gibi gözüktü. Neyse ki durumu fark eden ev sahipleri olaya müdahale etti ve önceden verilmiş olan siparişlere kuzu ve ördek eti ekletti. Özellikle ördek eti bir hayli başarılıydı, Bükreş’te özel bir akşam yemeği yiyeceklere duyurulur.

Hafta sonu yine kendime vakit ayırma şansı bulunca abartıp hem Cumartesi hem de Pazar minimum üçer saat bir Starbucks şubesinde geçirdim. İlk gün kitap okuyup blog yazdım, ikinci gün de ciddi ciddi hazırlanmaya başladığım bağımsız denetim sınavına çalıştım. Starbucks’ta tabi çevremi de gözlemleme şansım oldu. Burada da özellikle zincir kahve mağazalarının müşteri portföyü bizdekine çok benziyor. Bir kısım insan tek başına gelip bir şeyler okuyor ya da çalışıyor, bir kısım genç (ya lisenin son sınıfları ya da üniversitenin ilk sınıflarında olduklarını tahmin ediyorum) laptoplarını açıp ortak projelerini yapıyorlar, bir de sevgilisiyle gelip bol bol fotoğraf çekip koyu muhabbete dalanlar mevcut. Maalesef tost, sandviç çeşitleri bizdekinden çok az ve sürüm hiç yok denecek kadar, şöyle ki ben girdiğimde mağazadaki az seçenekten bir tane kaşarlı (malum domuz eti konusu) sandviç seçip siparişi veriyorum, 3 saat sonra çıkarken aynı sandviçler bekliyor oluyor. Ama günün sonunda son iki haftada toplamda sanırım 12 saatten (min 3 saat * 4 gün) fazla 2 farklı Starbucks şubesinde vakit geçirdim, amaca yönelik hizmet aldığım için hep mutlu ayrıldım.

Romanya'da her çeşit kumarhane mevcut, adeta her bütçeye göre kumarhane imkanı sunulmuş
Gelelim sokakların durumuna… Avrupa Birliği falan da olsa sokaklarda bizimki gibi tükürük görmeniz çok olası. Hatta bazı sokaklar gayet kokuyor. Bükreş’te çok zengin bir tabaka var kesin. Bu yüzden trafikte ya da park halinde Bentley, Maserati, Rolls Royce, Porsche, Volvo, Mercedes, BMW gibi arabaların üst modellerini sıklıkla görebiliyorsunuz. Şehrin içinde ağaçlar arasında harika konumlanmış villalara da rastlamanız mümkün, bununla beraber aynı villanın kapısında bir evsiz adamın yatıyor olduğunu görmeniz de. Anlayacağınız, bizdeki gibi burada da iki kutup var ve bu iki kutbun arası sosyo-ekonomik açıdan oldukça açılmış durumda.

Romanya’daki denetim ekibimizle çalışmalarımızı özverili bir şekilde sürdürünce ortaya şöyle bir tablo çıktı: “Eee biz zaten yapmamız gereken kontrol ve testleri tamamladık, daha fazla kalmamıza gerek yok, haydi bunu merkeze iletelim ve erken dönüş için onayımızı alalım.”  Ardından erken dönüşün bütçeye katkısı da göz önünde bulundurularak onay geldi ve dönüş biletimizi aldık. Peki Romanya ve Bükreş üzerine yazdığım bu içerikte neden böyle bir başlık açtım diye sorarsanız, bunun iki cevabı var. Birincisi ilk paragraflarda yazdığım gibi 32 gün değil 25 gün Romanya’da kaldım. İkincisi ise, ki bence asıl konu da bu, otelden erken ayrılacağımızı 2 iş günü öncesinden otel yönetimine yazılı olarak bildirmemizin ardından otelin müşteri ilişkileri müdürünün göstermiş olduğu tavır oldu. Baştan beri Sheraton’da kaldığımız için çok memnun değildik. Odalarımızın iyi temizlenmemesi, kahvaltıda sunulan seçeneklerin yetersiz/garip olması, otel personelinin kaba davranışı gibi sebeplerden ötürü aklımız alternatif otellerde kalmıştı ancak bavulları toplayıp çıkmak gözümüzde büyümüştü. Her neyse, ekip şefi arkadaşımız otelden Cuma çıkacağımızı ve memnun olmadığımız konuları belirten mail attığı Çarşamba sabahı müşteri ilişkileri müdürü 32 gün kalacağımız yönündeki bildirimimize istinaden 110 Euro + vergiler içeren fiyat teklifinin bize sunulduğunu, aksi takdirde kredi kartımızda bloke edilen tutarın çekileceğini belirten bir mail ile dönüş yaptı. Özetle almadığımız bir hizmet için bizden ödeme yapmamızı istiyorlardı. Bunun üzerine kendisiyle telefonda konuştuk ve önceki maillerde de 32 gün kalacağımıza dair bir taahhüdümüzün olmadığını kendisine ifade ettik ama fikrinde ve tavrında bir değişiklik olmadı. Bu sorunu kendisiyle çözemeyeceğimizi anlayınca kendisinden daha yetkili biriyle görüşmek istediğimizi, aksi takdirde otelleri ile şirketimizin ilişkilerinin bozulacağını ilettik. Aynı gün akşam beş buçuk için otel genel müdürü ile bir toplantı ayarlandı. Yaklaşık kırk beş dakika süren hararetli görüşmede uzun süre otellerinin bu durumdan zarar edeceğini (aynı görüşme esnasında “peak season”da olduklarını da iletmelerine rağmen) belirtseler de böyle bir masrafı şirketimize yansıtamayacağımız için günün sonunda cebimizden ödemek zorunda kalacağımızı belirtince geri adım attılar ve kaldığımız kadar ödememiz konusunda anlaştık. Peki o akşam ne mi oldu, ben odamda yavaştan bavullarımı hazırlarken kapım çaldı ve kibar bir görevli elinde meyve tabağı ve makaronlarla odama girmek için izin istedi. Genel müdürlerinin sevgilerini ilettiğini söyledi ve tadını çıkarmamı istedi. Ben de öyle yaptım. Neyse ki otel yönetiminin fırsatçı tavrı son bulmuştu ve orta yol bulunmuştu.

Ve Romanya izlenimlerime dair son satırları, İzmir Karşıyaka’daki evimden bildiriyorum. Hani YouTube’da cep telefonu inceleme videolarının sonunda bu fiyata alınır mı alınmaz mı gibi bir değerlendirme oluyor ya, ben de o şekilde bir final yapacak olursam, yani Romanya’ya gitmenizi önerir miyim diye kendime sorsam cevabım şöyle olur: Eğer sıklıkla yurtdışına seyahat ediyorsanız, Romanya’yı da görmenizi öneririm. Tarihi binaları, nehri, havası, ülkemize yakınlığı, yaygın şekilde İngilizce konuşulması gibi sebeplerle gördükleriniz arasına katmanız güzel olur. Ancak çok sık yurtdışına çıkma şansınız yoksa, bir başka deyişle, tek sıkımlık kurşununuz varsa, dövizin de Türk Lirasına karşı oldukça değerli olduğunu göz önünde bulundurursak, diğer alternatifleri değerlendirmenizi öneririm. Sokakların pisliği, yemeklerinin çok başarılı olmaması, alışveriş için çok fazla özgün alternatifin olmaması aklıma ilk gelen sebepler. Bu arada İzmir’e dönüşü İstanbul üzerinden THY ile yaptım, rötarsız olduğunu düşündüğümüz seferler yaklaşık 5 saat 10 dakika sürüyor. Alternatif olarak rekabetçi fiyatıyla Pegasus’u da değerlendirebilirsiniz. Romanya’daki son günümde otelden çıkıp bindiğim taksi şöförü aksanımdan Türk olduğumu anlayınca Lucescu ve Hagi muhabbeti yaptıktan sonra genel olarak ülkelerini beğenip beğenmediğimi sordu. Ona verdiğim samimi cevap ile değerlendirmemi bitireyim: “Ben Romanya’yı ve Bükreş’i beğendim. Beklentimin üzerindeydi ve ciddi bir sorun yaşamadan 4 hafta geçirdim.” Umarım siz de gitme fırsatı bulursanız keyifli vakit geçirirsiniz!
Misafir denetçi olma hikayemde dönüm noktası...

Bankalar bizdeki kulelerden farklı

Old Town'da her haftasonu farklı sokak sanatçılarını dinlemek mümkün

Parlemento binası oldukça büyük

Bu binanın önünden her geçişimde  ressamların eserlerini hikayeleriyle beraber pazarladıklarına şahit oldum

Haftasonları çalışmak için düzenli olarak Starbucks'ı tercih edince belli bir gönül bağımız oluştu :)

4 Ekim 2018 Perşembe

Tersine Mentörlük'te Mentee Oldum

Bu yaz Temmuz, Ağustos ve Eylül aylarında birer seans olmak üzere “tersine mentörlük” deneyimini “mentee” olarak tecrübe etme fırsatım oldu. Bu yılki inkompass (Philip Morris’in çeşitli departmanlarının tanınmasını sağlayan bir program ve birisi yaz, diğeri de kış olmak üzere iki farklı cycle’dan oluşuyor. Bu iki cycle; farklı departmanları tanıma imkanı sağlıyor. Esas amacı da bu sayede öğrencilerin kendilerine neyin uygun olup olmadığını görebilmesini sağlamaktır.) arkadaşlarımızdan Merve Salihoğlu ve Özge Özdemir’in bana mentörlük yaptığı süreçte her iki tarafın paylaşım konusunda istekli olduğu, doğal ve akışkan bir ilişki kurduk.

Şirketimizde benden daha genç, daha az deneyimli olan arkadaşlarımdan benim gibi daha kıdemli olanlara doğru öğrenme, bilgi aktarımı ve paylaşım ortamı yaratılması en yeni bilgi veya teknik becerileri öğrenmenin yanında şirketimize yeni katılan kişilerin perspektiflerini anlama açısından benim için faydalı oldu.

Her seansımız sonrasında öğrendiklerimi kendim için not alıp sakladım. Üç görüşmemizden üç tane ders çıkaracak olursam:

  1. Seneye yüksek ihtimalle iş hayatına atılacak olan arkadaşlarımız, bağlı olacakları yöneticilerinde samimiyeti, şeffaflığı, beklentilerin açık olmasını ve iş dışı konularda da iletişim kurabilmeyi arıyorlar.
  2. Kariyerlerinde ilerleme fırsatı için farklı tecrübelerin önemli olacağını inanıyorlar ve bu yüzden farklı departmanlar denemeyi tercih edebileceklerini söylüyorlar.
  3. Kendilerinin nasıl bir fark yaratarak binlerce aday arasından seçildiklerini ve önümüzdeki dönemde nasıl fark yaratarak hedefledikleri işi bulacaklarını sorduğumda öne çıkan yönlerinin herkesi birbirine bağlama, yönlendirme, kendi fikirlerini kabul etmekten çok doğruyu bulmaya çalışma, hızlı öğrenme ve teknolojiye hızlı adaptasyon olduğunu ifade ediyorlar.

Her geçen gün daha karmaşık, değişken ve belirsiz olan dünyamız için ben de kendilerine kişisel gelişimlerini teşvik edecek geri bildirimlerde bulunmaya çalıştım. Özetle, iki tarafın birbirini açık yüreklilikle tanımaya çalıştığı ve mutlu yüzlerle sonlandırdığı bir tecrübeydi.

2 Ekim 2018 Salı

Bir Yarış Oyununda Başıma Gelen En İlginç Hikaye



Sizleri bundan yaklaşık 18 ya da 19 sene önceye götürmek istiyorum. 90’lı yılların sonları, o dönemler lise öğrencisiyim. Need For Speed (NFS) ortalığı kasıp kavuruyor. Sıra arkadaşım Fatih ve ben de bu oyunun tutkulu oyuncularıyız. O dönem hayatımızın merkezinde iki şey var: hazırlanmakta olduğumuz üniversite sınavı ve her fırsat bulduğumuzda oynadığımız NFS. İkimizde çok iddialıyız ve en iyi olduğumuzu düşünüyoruz. Her akşam test çözdükten sonra NFS oynayıp formumuzu koruyoruz, ertesi gün de ilk teneffüsten itibaren bir gece önceki başarı hikayemizi ballandıra ballandıra birbirimize anlatıyoruz.

“En iyi” olma konusundaki atışmalarımızı artık aksiyona dökmemiz gerektiğine karar verdiğimiz bir gün hafta sonu dershane çıkışı bizim eve gelip “en hızlı”yı belirlemek için anlaştık. Bilgisayarımda doğal olarak tek klavye olduğu için o hafta sonu Fatih dershaneye kendi klavyesi ile geldi. Hala dershane çıkışı bindiğimiz otobüste sırtında çantası, elinde klavyesi ile otobüsteki hali dün gibi gözümün önündedir.

Neyse eve geldikten sonra annem bize enerji verecek ikramlarını sunup evde rahat etmemiz için alışverişe gitti. Artık tüm koşullar en hızlıyı belirlemek için hazırdı. Fatih’in klavyesini de bilgisayara bağlayıp tanıttıktan sonra NFS oyununu açtık, iki kullanıcı moduna ayarladık, favori araçlarımızı alıp en sevdiğimiz renk tercihleri ile favori pistimizde yarışa başladık.

Hazır ev boşken sesi en yüksek seviyeye getirip süreyi de en uzun olarak belirledik. Ve yarışımız başladı… O dönemlerde internete 146 üzerinden 33.600 kbps modem ile bağlandığımız için online multiplayer oyunlara alışık olmadığımızdan ilk defa gerçek bir kullanıcıya karşı oynamak çok farklı bir tecrübeydi. Bol bol çarpmalı, sürtmeli bir yarış adeta kıran kırana geçti. Sonucunda ev sahibi olmanın da avantajını kullanarak oyunu kazandım ama oyun esnasında yaşadığım heyecan ve stres kazanmamla beraber öyle bir coşkuya sebep olmuştu ki bir anlık sevinç bana oldukça pahallıya mal olmuştu.

Finish çizgisini geçmemle birlikte spikerin “Congratulations” diyen o çoşkulu sesiyle ayağa kalkıp sevincimden bilgisayarın monitörüne adeta “çak bi beşlik” yaptım. Tabii monitörün arkası boş olunca o da aynen denize balıklama atlar gibi yere düştü. O dönemki monitörleri hatırlayanlar bilir, monitörün arkasında boşluklar vardır, o boşluklardan dumanlar çıkmaya başladı. Hemen fişini pirizden çektik. Odadaki koku azalınca korkarak dualarla yeniden prize taktım ama nafile… Maalesef monitör tepki vermiyordu. Bir süre sonra annem eve geldi. Fatih ile beraber durumu dilimiz döndüğünce anlattık. Ne mi oldu? Annem güzelce iğneli sözleriyle dövmekten beter etti. Ana yüreği, dayanamayıp uygun vakit geldiğinde yeni bir monitör alıp yarış zevkime devam etmeme de fırsat sağladı. Ama ben bir daha “en hızlı yarışçı” değil “en kontrollü yarışçı” oldum hep.

İşte benim bir yarış oyununda başıma gelen en ilginç hikayem. Umarım genç arkadaşlarıma ders alabilecekleri bir örnek sunmuşumdur.

Not: Yukarıdaki hikaye Media Markt'ın "Herhangi Bir Yarış Oyununda Başına Gelen En İlginç Hikaye" konulu yarışması için tarafımca kaleme alınmıştır.

Google adsense

Analytics