Vize konusunun ne kadar önemli ve
zorlu bir süreç olduğunu Romanya vizesi için evrakları toplayıp online
başvuruyu yapma sürecinde oldukça iyi anladım. Şimdi kayıtlarımı tekrar kontrol
ettiğimde, sadece bireysel başvuru kabul eden (yani acente vasıtasıyla başvuru yapamazsınız) konsolosluğa
evraklarımı 18 Temmuz 2018 tarihinde internet sayfası üzerinden göndermişim.
Hemen aynı gün akşamüstü saatlerinde ise 3 Eylül 2018 tarihinde olacak vize
görüşmesi için bilgi maili geldi. Basitçe Excel’de iki tarih arasındaki farkı
alınca 47 çıkıyor. Bir başka deyişle, vizeye başvurduktan 47 gün sonrasına
konsolosluk gün veriyor. Benim 10 Eylül’de Bükreş’te olmam gerektiği için bu
maili aldığımda oldukça gerildim. Önce bilgi ve tecrübelerine danışmak için
şirketimin anlaşmalı seyahat acentesi olan Vista Turizm’i aradım, belgelerde
bir sorun olmazsa yetişebileceğimi söylediler. Ardından gelen maile durumumu
anlatan bir cevapla döndüm ama tahmin edeceğiniz gibi yanıt alamadım. En son
olarak da arayıp durumumu sözlü olarak anlattım ve karşımdaki görevli değişik
bir Türkçe ile eğer evraklarda sorun olmazsa görüşmeden 2 gün sonra vizemi
vereceklerini söyledi. Aradaki süreci hızlıca ileri saracak olursam, 3 Eylül’de
Romanya’nın İzmir’deki konsolosluğuna gittim ve her ne kadar internette
yazmayan evrakların da istendiği bir durumla karşılaşsam da gün içinde onları
da tedarik edip vize ücretini de yatırdım ve dedikleri gibi 5 Eylül Çarşamba
akşamüstü saatlerinde vizem hazırdı. Bu kadar vize sürecini detaylandırdıktan
sonra geçelim Romanya’ya varışıma…
10 Eylül sabahı önce İzmir’den
İstanbul’a, ardından da İstanbul’dan Bükreş’e uçacak şekilde uçuşumu
planlamıştım. Beni Romanya’ya götürecek uçak Türk Hava Yolları’nın anlaşmalı
uçuş yaptığı Tarom’un uçağıydı. Maalesef görevlinin söylediğine göre bu firma
Star Alliance’a üye olmadığı için bagajımın bağlantısını yapamadı ve bu sebeple
İstanbul’da bagajımı alıp tekrar dış hatlarda Tarom’un gişesinden teslim etmek
zorunda kaldım. Fiziksel olarak iki bavul, bir sırt çantası ve elde taşınan bir
takım elbise biraz yorsa da yurtdışına çıkış heyecanı ile fazla koymadı. Her
iki uçuşumu da şirketimin sunduğu 5 saati aşan uçuşlardaki business class
tercih etme hakkını kullanarak gerçekleştirdiğim için gayet rahat geçirdim. Ne
yalan söyleyeyim, business bileti bilerek almadım, bana en yüksek bagaj hakkını
almam söylendiği için 50 kg bagaj hakkı veren bileti satın aldım, uçuştan bir
gün önce koltuk seçimi için online işlemlere girdiğimde ban sunulan ön
sıralardan business uçacağımı anladım. Şunu da söylemeliyim ki, business class
uçarken THY gerçekten yolcusuna fark yaratıyormuş. Olay meyve suyunda değil de
gözlerinizin içine memnuniyetiniz için bakan, müşteri memnuniyetine odaklanmış
personeldeymiş. Neyse bu kıyaslamayla konumuzu dağıtmadan Romanya’ya inişime
geçelim.
Uçaktan indikten sonra pasaport
kontrolü için sıraya girdim. Sıra bana gelince karşımda tüm ciddiyetiyle
bulunan görevli amca önce İngilizce olarak Pegasus’la mı geldin diye sordu,
hayır Tarom’la dedim. Ardından neden geliyorsun dedi? Misafir denetçi olarak
denetim ekibine katılacağım dedim. Nereden geliyorsun dedi? İzmir dedim. Onu
görüyorum, hangi firmadan dedi, onu da cevapladım. Sonra kaç gün kalacaksın
dedi, 33 gün dedim. Dönüş biletini, otel rezervasyonunu göster dedi. Sırt
çantamdan otel rezervasyonumu teyit eden mail çıktısını kendisine verdim. Nihayet
ikna olmuş gözüktü, kendi kendine bir şeyler yaptıktan sonra pasaportumu geri
verdi. Bu süreçte beni ne kadar gerdiyse artık o rahatlamayla ağzımdan önce
“teşekkürler” çıktı, sonra da hatamın farkına varıp “thanks” diyerek oradan
uzaklaştım.
Bavulumu da aldıktan sonra
havaalanındaki ilk taksiye bindim ve Sheraton dedim. Şoför amca Sheraton’un
sonundaki “ton”u oldukça vurgulayarak adeta onayımı istedi, ben de kafamı
yukarıdan aşağıya sallayarak onay verdim. Otelin önüne geldiğimizde taksimetre 36
Leyi tutmuştu. Şöfor’den belge isteyince bana dönüp “40 Leyi tuttu ama istersen
bahşişle 50 Leyi verebilirsin” dedi. Taksimetreye bir daha baktıktan sonra “40
Leyi verebilirim” dedim. Bu kez “Yani bahşiş vermek istemiyorsun” dedi. Olay
sanki benim açımdan bir vicdan testine doğru gidiyordu ve bu konuyu daha fazla
uzatmamak için “45 Leyi ödemek istiyorum” dedim. Adamın gözlerinin içi hemen
güldü ve teşekkür etti. Romanya’ya gelmeden önce ekşisözlük’ten buradaki
taksicilerin marifetlerini okumuştum, ben de ilk günden tecrübe etmiş oldum.
Otele girdiğimde 32 günlük
konaklama için her hafta Pazartesi takip eden hafta için provizyon ve geçmiş
hafta için fatura ve ödeme şeklinde işlem yapabileceklerini söylediler. Bu iş
yükü yerine girişte provizyon ve sonunda ödeme metodunu önersem de sürekli
“garanti” için deyip duran görevlinin teklifini kabul ettim. Söylediğine göre
benimle aynı ekipte olan diğer bayan arkadaşlardan biri de bu şekilde ödeme
yapmayı kabul edip odasına yerleşmişti. Sonradan teyit ettiğimde bu bilginin
doğru olduğunu öğrendim. Sheraton’daki odam metrekare cinsinden biraz küçüktü,
alanın çoğunu çift kişilik yatağım kaplıyordu. Duvara yapışık dar bir masa
vardı ve ben bu satırları orada kaleme aldım. Odanın bence en büyük dezavantajı
açılabilir bir penceresi olmamasıydı. Tek bir pencere vardı ve o da köhne bir
binaya bakıyordu. Bu sebeple genelde odayı kapalı pencere ve loş ışıkla
kullanmayı tercih ettim. TV’de ise maalesef Türkçe içerik yoktu. Menüde
Türkiye’den bildiğim TRT World (İngilizce
yayım) ve Kanal D vardı. Kanal D’yi heyecanla açtığımda ise her ne kadar
logosu bildiğimiz Kanal D logosu olsa da Romanya için yayım yapan ve bu sebeple
dilini anlamadığım (Romence) bir
kanal olduğunu gördüm. Akşamüstü otelin spor salonuna gittim. Ülkemizdeki otellerin
spor salonundan sonra tam bir hayal kırıklığı yaşadım. Evet alet ekipman vardı
ama o kadar az ve salon o kadar sadeydi ki, odadan sonra spor salonunu da
görünce Türkiye’nin oteller konusunda Romanya’dan açık ara önde olduğuna kanaat
getirdim. Hele ki uzun dönem ve toplamda 4 kişi için alınmış gecelik 110 Euro
fiyat bence sunulan imkan için biraz abartılıydı.
Ertesi gün sabah gruptaki 3 bayan
arkadaşımla lobide bir araya gelip denetleyeceğimiz şirketimize gittik. Bu
sefer Uber kullandık. Biraz sıkışıp gittik belki ama kısa mesafe olduğu için sorunsuz
bir transferdi. Şirkete ulaştığımızda ofislerin Türkiye’dekine benzediğini ama
bir tık daha mütevazi olduğunu gördüm. Şirket kültürü açısından farklı olan şey
ise öğle yemeğinin şirkette verilmemesi oldu. Konuştuğumuz yönetici genelde
insanların evden getirip mutfaklarda yediğini, dilersek çevredeki restoranların
adresini verebileceğini ya da internet üzerinden sipariş vermek için link
paylaşabileceğini söyledi. İlk gün onun önerdiği “Stadio” adlı restauranta
gittik. Otantik bir yapısı vardı, avluda yemek yer gibiydik. Menü oldukça
seçenek sunuyordu. Riske girmemek için tavuk şinitzel söyledim. Tabağımda küçük
bir omlet, salata, soslu bir patates ile beraber büyük bir şinitzel geldi.
Fiyatı 42 leyi idi. Türkiye’de daha iyisini daha ucuza yerdim ama Avrupa ile
Türkiye arasındaki satınalma gücü, para birimlerinin değeri ve hizmet
sektörünün fiyatlaması açısından fark olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Restoranda fiş geldiğinde altta toplam tutar vardı, onun altında ise memnuniyet
seviyelerini belirten orta, iyi çok iyi gibi üç değerlendirme vardı. Her
birinin yanında da artan tutarlar vardı. Yani taksideki, oteldeki gibi
restoranda da işlerini garantiye alıp bahşişi kendileri belirliyorlardı.
Bakalım daha neler görecektim.
Denetimin ikinci gününde transfer
için Uber kullanmak yerine yürümeye karar verdik. Google Maps otelle iş yerinin
arasının 10 dakika olduğunu söyleyince gidiş ve dönüşü havanın da iyi olması
sayesinde yürüyerek yaptık. İyi fikirdi, böylece günlük 10.000 adım atma
hedefimi de tutturmuş oldum. Yüksek konsantrasyon gerektiren toplantılar
sonrasında yorgun bir şekilde odaya geldiğimde uyuyacak gibi olduğumu
hissedince kendimi toparlayıp spor salonuna gittim. Neyse ki denetim ekibindeki
diğer iki arkadaşım da oradaydı. Spor salonunda aynı ülkemizdeki gibi kendini
fazlasıyla beğenen ve bu yüzden gözlerini aynadan alamayıp farklı açılardan
kaslarına bakan erkek modelini görmek bana evrenselliği hatırlattı. Öğlen
gittiğimiz Frufru adlı mekandan alıp bitiremediğim ton balıklı sandviçimi yiyip
FastForward eğitimimi odamda tamamladım. Bu satırları yazdıktan sonra da biraz
kitap okuyup yarınki toplantılarda daha dinç olmak için enerji toplamaya
geçeceğim. Bakalım Bükreş bana yarın hangi yüzünü gösterecek…
Her ne kadar üstteki paragrafı
“Bükreş bana yarın hangi yüzünü gösterecek…” diye bitirmiş olsam da araya 2
günlük yoğun çalışma ve sonrasında kişisel meraklarımla ilgili araştırma yapma
molası girdiği için hafta sonu gözlemlerimi paylaşmaya devam ediyorum. Genel de
“yediğin içtiğin sana kalsın gezip gördüğünü anlat” derler ama ben yemeklerle
ilgili gözlemlerimi de paylaşmayı tercih ediyorum. Dün yine öğlen yemeği için
“Stadio” adlı restauranta gittik. Bir gün önce gittiğimiz mekanda yemeğin
gelmesini yarım saat bekleyip bazı hijyen eksiklikleri gördükten sonra bir
önceki deneyimimizde çok da fena bulmadığımız Stadio’ya bir daha gitmeye karar
verdik. Menüde oldukça çeşit olmasına rağmen Türk yemeklerini nasıl
yaptıklarını merak ettiğim için “Istanbul Kebap” denemek istedim. İçinde domuz
eti kullanılmadığının teyidini aldıktan sonra siparişi verdiğimde garson bana
“side dish” tercihimi sordu. Tabi ülkemizdeki kebap sipariş ettiğinizde masayı
donatma anlayışı burada olmayınca yanında garnitür sorması çok doğal. Neyse,
nar ekşili marul ile servis edilen bizim Adana kebap diye nitelendirebileceğimiz
kebap makul bir sürede servis edildi ve lezzeti gayet iyiydi. 38 leyi gibi bir
fiyat Romanya standartlarında orta seviyede kalıyor. Yurtdışına sık çıkan
arkadaşlarımdan etin yurtdışında ucuz olduğunu duyuyordum. İlk hafta itibarıyla
etin salataya ve makarnaya kıyasla uygun olduğunu ben de gözlemledim. Bu
Cumartesi akşamı, İsviçre’den gelecek diğer denetim ekibiyle bir araya gelip
beraber akşam yemeği yemek için şehirde popüler olduğu söylenen “Caru’cu Bere”
(literally “Cart with Beer”) adlı
restaurantta buluşacağız. Gündüz herkes serbest zamanını değerlendirip akşam
8’de mekanda buluşalım diye karar alınca ne olur ne olmaz ben önceden mekana
nasıl ulaşacağımı bir keşfedeyim diye öğlen yola çıktım. Öğlene kadar da iş
yerinde yakında gireceğim “bağımsız denetim sınavı” konularına çalıştım ama
onun konumuzla alakası yok. İnternet paketim olmadığı için wi-fi üzerinden
Google Haritalardan Bükreş haritasını indirip (boyutu 30 mb) mekanı buldum.
Evet biraz hızlı ileri sardım, bulmam çok kolay olmadı ama bunda şehrin ya da
haritaların bir suçu yoktu. Neyse günlük adım hedefimi tutturarak mekana ulaştım.
Öğlen 2 gibi oradaydım, oturacak yer yoktu ve girmek için sıra bekleyen
insanlar vardı. Mekanın popüler olduğunu ve akşam da buraya ulaşabileceğimi
teyit ettikten sonra biraz çarşıyı ya da buradaki adıyla “Old Town”u gezeyim
istedim. Elimde olmadan Türk markalarını görünce pek bir sevindim. Hatta
dayanamayıp Garanti Bankası’nın fotoğrafını çekip, Koton mağazasının içini
gezdim. Havanın sıcak olması ve sırtımda içinde bilgisayar olan bir çanta
taşıyarak o kadar yürümek beni yormuştu, kendimce Alaçatı’ya benzettiğim
sokaklarda gezerken bir yemek molası vermeye karar verdiğimde karşıma “Efendi”
çıktı. Bildiğin dönerciydi, dürümde kaşarlı bir et döner yanına da nar aromalı
Sırma marka soda sipariş ettim. Hem de sadece 25 leyi’ye. Kesinlikle
Romanya’daki fiyat performansı en yüksek olan yemek tecrübemdi. Gurbette Türk
ürünleri görünce önüne geçemediğim bir duyguyla atlıyorum ama belki de
yeniliklere daha açık olmam lazım. Neyse daha dört hafta buradayım bakalım
neler deneyimleyeceğim.
Yukarıdaki paragrafı kaleme
aldıktan 6 gün sonra gözlemlerimle kaldığım yerden devam ediyorum. Bükreş’te
yaklaşık iki haftayı devirdikten sonra şunu net bir dille söyleyebilirim ki bu
şehirde İngilizce bildikten sonra hiçbir sıkıntı çekmezsiniz. İlk günümde
sokakta gezerken yaşadığım ürkeklikten bugün eser yok çünkü ne derdim olsa
rahatlıkla iletişime geçebileceğimi biliyorum. Marketteki promosyoncu elemanla
ya da kasiyerle, her çeşit restauranttaki garsonla, oteldeki bellboy ile,
herhangi bir Über şöförü amcayla ya da spor salonundaki personal trainer ile
kısaca aklınıza gelen her statüdeki insanla İngilizce konuşabileceğinizi,
kendinizi ifade edebileceğinizi bilmek önemli bir konfor alanı sağlıyor.
Bir de şu trafik ve yayalara
saygı konusuna değinmeliyim… Bükreş’te araçların kullandığı caddeler
bizdekilere göre çok ama çok geniş. İnşa etmekte üzerimize yok ama nedense
bizde bu geniş yollardan yok. Belki bir gün bizde de olur, belli mi olur… Ama
bizde maalesef kolay kolay olmayacak bir şey daha var burada. O da yayalara
saygı. Yaya geçidi olarak belirlenmiş yoldaki çizgilerin üzerinde yürümeye başlamanız
halinde hangi araç olursa olsun duruyor. Ben ilk 5-6 gün de baya tedirgin bir
şekilde geçerken benimle beraber olan Avrupa’lı arkadaşlarım son derece emin ve
rahat bir şekilde yaya geçitlerini kullanıyordu. Ülkemizde bunlara hiçbir
şekilde güven olmayacağı için ben başta hep araçları kontrol edip, mümkünse
şoförle göz teması kurarak karşıdan karşıya geçtim. Şimdiler de yavaş yavaş o
ürkekliği üzerimden atıyorum. Tabi Türkiye’ye döndüğümde bu alışkanlığımdan
hemen vazgeçmem gerektiğini de biliyorum. Aksi takdirde, ülkemizde bu çizgileri
hiç bir şoför umursamayacağı için baya üzülebilirim.
Buradaki ikinci hafta sonumda
Cumartesi günü alışveriş merkezlerini keşfetmek için önce biraz Google
haritalarda keşif yaptım, ardından da kendimi yollara vurdum. Belki kurgu
sanacaksınız okurken ama hiç böyle ufak hesaplarla işim olmaz, size bir
gözlemimi aktaracağım ki gerçekten çok bomba: Cumartesi öğlene doğru plazaların
olduğu bir caddede yürüyorum. Cadde geniş ama tatil olması ve evlerin çok
olmaması sebebiyle hem yol, hem de cadde oldukça boş. Yolun karşısında bir adam
duvara iyice yanaştı, elini önüne götürdü ve tahmin edeceğiniz gibi çişini
yapmaya başladı. Ben de bir yandan yürürken bir yandan da adamı izledim.
İçimden de “vay be Avrupa Birliği vatandaşı ama yuhh yani!” diye geçirdim.
Neyse sonra adam önünü düzeltti, yürümeye devam etti. Elinde siyah bir poşet
vardı, ve üzerinde “Süravi” yazıyordu. Yoksa Türk müydü?
Ve sahne Rod Stewart'ın... |
Romanya’da olduğum sürede bir de
dünya yıldızı izleme şansına eriştim. Kim miydi bu yıldız? Rod Stewart. 73
yaşındaki rock yıldızını açıkçası daha önce pek dinlediğimi söyleyemem ama tabi
ki büyük bir isim olduğunu biliyordum. Kendisini sahnede görünce de, neden bu
kadar büyük bir yıldız olduğunu çok iyi anladım. Gerçekten sahne şovu ile
müziği çok iyi birleştiriyor. Rod Stewart’ın konserdeki performansını bir yana
bırakacak olursak, Rumenlerin konser esnasındaki tavırlarına/duruşlarına hayran
kaldım. Binlerce insan parlamento binasının önünde toplanmıştı ve adeta su gibi
akan alkole rağmen bir tane taşkınlık yapan, olay çıkartan, çevresini rahatsız
eden kişiye rastlamadım. Hani derler ya, ağzınla iç diye, adamlar gerçekten
ağızlarıyla ve adabıyla içiyorlarmış, takdir ettim.
Bu arada bu satırları yazdığım
Eylül ayının son haftasında burada havalar erken kararmaya ve oldukça sert
esmeye başladı. Hava durumu dinleyenlerin sıklıkla duymaya alışık olduğu
“Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası”nı burada yaşamaya başladım, atkısız
dışarı çıkamaz oldum. Neyse ki yalnız değilim, sokağa çıktığımda ceketini giyip
atkısını saran pek çok kişiyi gözlemliyorum.
Hafta içi şirket yönetimi bizi
geleneksel Romanya yemekleri yiyebileceğimiz “Lacrimi si sfinti Restaurant”a
götürdü. Adının pek bir acayip olduğunu görüp de yanlış yazılmış sanmayın,
yazımını internet sitesinden de kontrol edip kopyaladım. Ortam fazlasıyla
otantikti, müzik ve konum da gayet iyiydi. Başlangıçlarla birlikte masaya
etlerin gelmesiyle birlikte işin rengi değişti. Geleneksel olan neredeyse her
yemekte Romenler domuz eti kullandığı için ilk etapta benim için tek alternatif
masadaki mezeler gibi gözüktü. Neyse ki durumu fark eden ev sahipleri olaya
müdahale etti ve önceden verilmiş olan siparişlere kuzu ve ördek eti ekletti.
Özellikle ördek eti bir hayli başarılıydı, Bükreş’te özel bir akşam yemeği
yiyeceklere duyurulur.
Hafta sonu yine kendime vakit
ayırma şansı bulunca abartıp hem Cumartesi hem de Pazar minimum üçer saat bir
Starbucks şubesinde geçirdim. İlk gün kitap okuyup blog yazdım, ikinci gün de
ciddi ciddi hazırlanmaya başladığım bağımsız denetim sınavına çalıştım.
Starbucks’ta tabi çevremi de gözlemleme şansım oldu. Burada da özellikle zincir
kahve mağazalarının müşteri portföyü bizdekine çok benziyor. Bir kısım insan
tek başına gelip bir şeyler okuyor ya da çalışıyor, bir kısım genç (ya lisenin son sınıfları ya da üniversitenin
ilk sınıflarında olduklarını tahmin ediyorum) laptoplarını açıp ortak
projelerini yapıyorlar, bir de sevgilisiyle gelip bol bol fotoğraf çekip koyu
muhabbete dalanlar mevcut. Maalesef tost, sandviç çeşitleri bizdekinden çok az
ve sürüm hiç yok denecek kadar, şöyle ki ben girdiğimde mağazadaki az
seçenekten bir tane kaşarlı (malum domuz
eti konusu) sandviç seçip siparişi veriyorum, 3 saat sonra çıkarken aynı
sandviçler bekliyor oluyor. Ama günün sonunda son iki haftada toplamda sanırım
12 saatten (min 3 saat * 4 gün) fazla 2 farklı Starbucks şubesinde vakit
geçirdim, amaca yönelik hizmet aldığım için hep mutlu ayrıldım.
Romanya'da her çeşit kumarhane mevcut, adeta her bütçeye göre kumarhane imkanı sunulmuş |
Gelelim sokakların durumuna…
Avrupa Birliği falan da olsa sokaklarda bizimki gibi tükürük görmeniz çok
olası. Hatta bazı sokaklar gayet kokuyor. Bükreş’te çok zengin bir tabaka var
kesin. Bu yüzden trafikte ya da park halinde Bentley, Maserati, Rolls Royce,
Porsche, Volvo, Mercedes, BMW gibi arabaların üst modellerini sıklıkla
görebiliyorsunuz. Şehrin içinde ağaçlar arasında harika konumlanmış villalara
da rastlamanız mümkün, bununla beraber aynı villanın kapısında bir evsiz adamın
yatıyor olduğunu görmeniz de. Anlayacağınız, bizdeki gibi burada da iki kutup
var ve bu iki kutbun arası sosyo-ekonomik açıdan oldukça açılmış durumda.
Romanya’daki denetim ekibimizle
çalışmalarımızı özverili bir şekilde sürdürünce ortaya şöyle bir tablo çıktı:
“Eee biz zaten yapmamız gereken kontrol ve testleri tamamladık, daha fazla
kalmamıza gerek yok, haydi bunu merkeze iletelim ve erken dönüş için onayımızı
alalım.” Ardından erken dönüşün bütçeye
katkısı da göz önünde bulundurularak onay geldi ve dönüş biletimizi aldık. Peki
Romanya ve Bükreş üzerine yazdığım bu içerikte neden böyle bir başlık açtım
diye sorarsanız, bunun iki cevabı var. Birincisi ilk paragraflarda yazdığım
gibi 32 gün değil 25 gün Romanya’da kaldım. İkincisi ise, ki bence asıl konu da
bu, otelden erken ayrılacağımızı 2 iş günü öncesinden otel yönetimine yazılı
olarak bildirmemizin ardından otelin müşteri ilişkileri müdürünün göstermiş
olduğu tavır oldu. Baştan beri Sheraton’da kaldığımız için çok memnun değildik.
Odalarımızın iyi temizlenmemesi, kahvaltıda sunulan seçeneklerin yetersiz/garip
olması, otel personelinin kaba davranışı gibi sebeplerden ötürü aklımız
alternatif otellerde kalmıştı ancak bavulları toplayıp çıkmak gözümüzde
büyümüştü. Her neyse, ekip şefi arkadaşımız otelden Cuma çıkacağımızı ve memnun
olmadığımız konuları belirten mail attığı Çarşamba sabahı müşteri ilişkileri
müdürü 32 gün kalacağımız yönündeki bildirimimize istinaden 110 Euro + vergiler
içeren fiyat teklifinin bize sunulduğunu, aksi takdirde kredi kartımızda bloke
edilen tutarın çekileceğini belirten bir mail ile dönüş yaptı. Özetle
almadığımız bir hizmet için bizden ödeme yapmamızı istiyorlardı. Bunun üzerine
kendisiyle telefonda konuştuk ve önceki maillerde de 32 gün kalacağımıza dair
bir taahhüdümüzün olmadığını kendisine ifade ettik ama fikrinde ve tavrında bir
değişiklik olmadı. Bu sorunu kendisiyle çözemeyeceğimizi anlayınca kendisinden
daha yetkili biriyle görüşmek istediğimizi, aksi takdirde otelleri ile
şirketimizin ilişkilerinin bozulacağını ilettik. Aynı gün akşam beş buçuk için
otel genel müdürü ile bir toplantı ayarlandı. Yaklaşık kırk beş dakika süren
hararetli görüşmede uzun süre otellerinin bu durumdan zarar edeceğini (aynı
görüşme esnasında “peak season”da olduklarını da iletmelerine rağmen)
belirtseler de böyle bir masrafı şirketimize yansıtamayacağımız için günün
sonunda cebimizden ödemek zorunda kalacağımızı belirtince geri adım attılar ve
kaldığımız kadar ödememiz konusunda anlaştık. Peki o akşam ne mi oldu, ben
odamda yavaştan bavullarımı hazırlarken kapım çaldı ve kibar bir görevli elinde
meyve tabağı ve makaronlarla odama girmek için izin istedi. Genel müdürlerinin
sevgilerini ilettiğini söyledi ve tadını çıkarmamı istedi. Ben de öyle yaptım.
Neyse ki otel yönetiminin fırsatçı tavrı son bulmuştu ve orta yol bulunmuştu.
Ve Romanya izlenimlerime dair son
satırları, İzmir Karşıyaka’daki evimden bildiriyorum. Hani YouTube’da cep
telefonu inceleme videolarının sonunda bu fiyata alınır mı alınmaz mı gibi bir
değerlendirme oluyor ya, ben de o şekilde bir final yapacak olursam, yani
Romanya’ya gitmenizi önerir miyim diye kendime sorsam cevabım şöyle olur: Eğer
sıklıkla yurtdışına seyahat ediyorsanız, Romanya’yı da görmenizi öneririm.
Tarihi binaları, nehri, havası, ülkemize yakınlığı, yaygın şekilde İngilizce
konuşulması gibi sebeplerle gördükleriniz arasına katmanız güzel olur. Ancak
çok sık yurtdışına çıkma şansınız yoksa, bir başka deyişle, tek sıkımlık
kurşununuz varsa, dövizin de Türk Lirasına karşı oldukça değerli olduğunu göz
önünde bulundurursak, diğer alternatifleri değerlendirmenizi öneririm.
Sokakların pisliği, yemeklerinin çok başarılı olmaması, alışveriş için çok
fazla özgün alternatifin olmaması aklıma ilk gelen sebepler. Bu arada İzmir’e
dönüşü İstanbul üzerinden THY ile yaptım, rötarsız olduğunu düşündüğümüz
seferler yaklaşık 5 saat 10 dakika sürüyor. Alternatif olarak rekabetçi
fiyatıyla Pegasus’u da değerlendirebilirsiniz. Romanya’daki son günümde otelden
çıkıp bindiğim taksi şöförü aksanımdan Türk olduğumu anlayınca Lucescu ve Hagi
muhabbeti yaptıktan sonra genel olarak ülkelerini beğenip beğenmediğimi sordu.
Ona verdiğim samimi cevap ile değerlendirmemi bitireyim: “Ben Romanya’yı ve
Bükreş’i beğendim. Beklentimin üzerindeydi ve ciddi bir sorun yaşamadan 4 hafta
geçirdim.” Umarım siz de gitme fırsatı bulursanız keyifli vakit geçirirsiniz!
Misafir denetçi olma hikayemde dönüm noktası... |
Bankalar bizdeki kulelerden farklı |
Old Town'da her haftasonu farklı sokak sanatçılarını dinlemek mümkün |
Parlemento binası oldukça büyük |
Bu binanın önünden her geçişimde ressamların eserlerini hikayeleriyle beraber pazarladıklarına şahit oldum |
Haftasonları çalışmak için düzenli olarak Starbucks'ı tercih edince belli bir gönül bağımız oluştu :) |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder