Geride kalan 5 günlük
haftanın 4 gününde mesai yapıp, haftasonunun ilk günü olan bu Cumartesi gününün
de 9 saatini işte geçirmiş, yarını da işte geçirecek bir beyaz yakalı olarak
sanki az bilgisayara bakıyormuşum gibi oturdum bir şeyler karalıyayım istedim. Kim
bilir hislerim, düşüncelerim zamanla değişebilir hatta unutulabilir ama geriye
dönüp baktığımda arkamda bıraktığım yollardan geçerken neler hissettiğimi hatırlamak
istersem bu köşede kalsın istedim.
Dün şirketin intranet
sayfasında son yayımlanan organizasyonel duyurulara bakarken kimlerin ne
pozisyonlara yükseldiğini görünce kariyerimde çektiğim patinajın sebebini bir
kere daha sorguladım. Cevabını bulamadığım bu soru benim moralimi sıfırlamaya
yetse de malesef ki soruyu cevaplayamadan enerjimi tüketmeye yetti.
Sırf ileride vicdanım
sızlamasın diye onca özveride bulunmama rağmen her hayal kırıklığından sonra
sabır dileyip daha fazla eforu, araştırmayı, iyi niyeti ortaya koymaya devam
ettim. Önümüzdeki süreç ne gösterecek bilinmez ama iyiyi ummaya, bir şeylerin
artık lehime değişmesi için dua etmeye devam edeceğim. Umarım hak yerini bulur…
Hiç iyi gelmez mi deniz
havası? Galiba bu sözü değiştirip “hiç iyi gelmez mi havaalanı?” diye kendime
uyarlayabilirim. Neden mi? Çünkü kaçıyorum, uzaklaşıyorum, geride bırakıyorum
ve kendim için bir ara veriyorum… O içine girdiğimiz rutinde, o koşturmacanın,
kovalamacanın, ardı arkası gelmeyen yapılacaklar listesinin içinde kaybolmuşken
sistemin dışına çıkmak iyi geliyor.
Son dört gündür
ayağımda çarıklar, kulağımda tıkaç üretim hattında makinaların arasında gezip
fazla mesaili çalışırken o kadar yorulmuş, yıpranmıştım ki bu sabah 5’te İstanbul’a
gitmek için uyandığımda kendimi fazlasıyla halsiz hissettim ama workshop için
gelmiş olmak, farklı insanlarla tanışmak, sohbet etmek, kendimi ifade etmek
bana iyi geldi. Yükseliş trendindeki bir hisse kağıdının grafiği gibi enerjim
gün içerisinde yukarı çıktı. Şimdi de havaalanında bir şeyler yiyip içerken
kendimi sosyal medyada ona buna twitler atarken, yorumlar yazarken buldum ve ne
zamandır yapmıyordum böyle dedim. Adına boşluk deyin, fazla zaman deyin, boş
vakit deyin ne derseniz deyin ama şunu da bilin ki bünyenin buna da ihtiyacı
var. Bünye derken, fiziğin değil bence psikolojinin buna daha çok ihtiyacı var.
Benim de bu ihtiyacım karşılayabildiğim yegane zamanlar iş için yolculuk
yaparken kendimle baş başa kalabildiğim anlar oluyor. Hazır bu anlardan birini
yakalamışken de hislerimi yazıya dökeyim istedim. Böylece geriye dönüp
baktığımda, ihtiyaç halinden kendi ilacımı da bulmuş olurum.
Bugün bir toplantıya
katıldım, ödüllendirme ve takdirle ilgili şirketimde ne gibi karın ağrılarımız
(pain point’i bu şekilde Türkçeleştirmişler ki bence çok yerinde olmuş) var
onları konuşup sorunlarımız için çözüm önerilerimizi sunduk. Farklı
dünyalardaki çalışanların farklı noktalardan kanayan yaralarını görüp herkesin
aslında sorunları ve bununla beraber hayata tutunduğu noktaları var diye
düşündüm. Gelecek için belki köklü değişiklikler olmaz ama en azından sesimi,
hislerimi duyurmak bana iyi geldi, kendimi değerli hissettim. “Önce insan”
diyen organizasyonun bir parçası olmak yaşanan tüm hayal kırıklıklarına rağmen
güzel, bir filiz var içimde gelecekte çevreyi yemyeşil sarabilecek…
İşte böyle bir Cuma
günü akşam saatlerinde bu hisler yazıya dönüştü. Histe kalmadı, ölümsüzleşti…
7 Şubat 2020, 19:08, Sabiha
Gökçen Havalimanı