26 Aralık 2020 Cumartesi

38

Beyaz bir sayfa açıp 38. yaşıma girerken neler hissettiğimi yazmak istedim, hani ileride dönüp bakıp “vay be, ne günlerdi tabi ya…” diye anmak için… Belki bunlar hep bugünün tadını çıkarmaktan çok gelecek için yaşamak tercihimden geliyor. Öyle ya da böyle bu tercihler beni ben yapıyor. Bazen yaptığımız tercihler de bir nevi dönüşüme yol açıyor. Hele ki aileysen, bu tercih sadece seni değil, senin beraberindekileri de etkiliyor.

Son birkaç yıldır doğum günümde ve hemen arkasından gelen yılbaşında hayal kurarken, kendim için bir şeyler isterken hep aynı şeyi dilerken buluyordum kendimi. Kariyer sayfamda bir sonraki basamağa çıkabilmek, sorumluluğumu, etki alanımı artırabilmek, yeni bir şeyler öğrenirken yeniden mücadelenin içinde olabilmek… Belki kulağa bir mülakattaki "Kariyer hedefleriniz nedir?" sorusuna verilebilecek jenerik ifadeler gibi geliyor kulağa ama işin aslı buydu benim için.

Doğum günüm sonrası 2020 yılına yine her şey eskisi gibi başlamışken, önce pandemi geldi; başta birkaç günlüğüne diye düşündüğümüz uzaktan çalışma düzeni ile artık evden aile ile beraber çalışma hayatıma girdi. Bir süredir Pazar öğleden sonraları başlayan o “Pazartesi Sendromu” artık hayatımdan çıkmıştı. Ailemle daha fazla vakit geçirebiliyor, oğlumun büyümesini gözlemlerken ona daha fazla eşlik edebiliyordum. Evet daha çok çalışıyordum, salona kurulmuş ofis ekipmanları gece yatarken kapanıyordu ama sabahları ya da akşamları maskeli yürüyüşlerim vardı benim, beğendiğim podcastleri dinleyip kendimle vakit geçirebildiğim anlara da sahiptim. Hatta akşamüstüleri oğlum arkadaşları ile oynarken ebe olduğum zamanlar da oldu. 

Sonra Mayıs ayı geldi ve o uzunca süredir dilediğim hayalime giden yolda bir fırsat çıktı karşıma. Ancak bu fırsat beraberinde bir tercih zorunluluğu da getirdi bana: İzmir’imden ayrılmak. Kariyerime başlarken kendimi illa ki İzmir’de çalışacağım diye kısıtlamış, Sabancı MBA’den sonra hiç İstanbul’da iş kovalamadan İzmir’ime dönmüş biri olarak bu kez “tarihi bir karar” vermek zorundaydım.


Evet bu satırları İstanbul Suadiye’deki evimden yazıyorum. Dolayısıyla yukarıdaki kararın ne yönde çıktığı da belli. Zor oldu, içim çok acıdı, eşimin ve oğlumun üzüldüğünü görmek, bilmek en zoruydu ama profesyonel hayatta yapamadığım o “Poker Face” imajı evime taşıdım, her şey olması gerektiği gibiymiş gibi davrandım. Günler geçti ve Ağustos ayının ortasında bir sabah taşıma firması asansörü balkonumuza kurdu ve eşyalarımız İzmir’den İstanbul’a taşınmak üzere yola çıktı. 2011’de evlenirken girdiğim evimden güzel hatıralarla ayrılırken kuyruğu dik tutmanın, aile babası olmanın gerekliliklerini yerine getirerek sıradaki maceraya odaklanıp ayrıldım. Yeri gelmişken söyleyeyim, lisans ve yüksek lisans için de İzmir’den gitmiştim, ama geri döndüm, bu da evrene mesajım olsun.

İstanbul’da ilk haftalar adeta bir keşif havasında geçti, hafta için akşamları Cadde ve sahil turları, hafta sonları YouTube ve Instagram’dan gördüğümüz güzel semtlerin ziyareti ve yeni mekanlar tanıyarak adaptasyon sürecini geçirdik. Vakalar arttıkça, havalar soğudukça dışarıdan kendimizi çekip eve kapandık. Market alışverişleri küçük kaçamaklar gibiydi. Tabi bir de Salı günleri gittiğim ofis, hem yolları öğrenmeme hem de iş yerindeki yeni arkadaşlarımla kaynaşmama vesile oluyordu. Bahaneyle bizimkiler de biraz bensizliğin tadını çıkarıyordu.

Bu süreçte bir kere de İzmir’e gittik. Taşındıktan yaklaşık 3 ay sonraki ilk ziyaretimizde evimizin kapısına kadar gidip içeri girememek, dışarıdan bakıp bahçesinde yürümek pek bir garipti. Bir kez daha öldürmeyen her acının güçlendirdiğini anlayıp annemin evinde kaldığımız bir İzmir ziyareti sonrası aslında İstanbul’daki evimizi de özlediğimizi hissettik. Eşyalar, alışkanlıklar, düzen bir şekilde insanın bağ kurmasını sağlıyor, bunu da yaşayarak öğrendim.

Evde kalmak, okumak, okuduklarım üzerine düşünüp yazmak, tecrübelerimi videolarla paylaşmak açısından üretkenliğimi arttırırken içerikleri de hızlıca tükettiğim bir dönemi beraberinde getirdi. Neredeyse hiç kapanmayan laptop’umda arka planda podcast niyetine dinlediğim sohbetler, ailece izlenen komedi filmleri ve youtuber’lar yeni normalde  en sık “sosyal”leştiğim arkadaşlarım gibi oldu.

Elimizdekilere şükrederek yola devam etmek, yaşarken değer verdiklerimizle mutlu olabilmek çok güzel ve anlamlı. Umarım 37 yaşımda hayatıma gelen değişikliklerin tadını sevdiklerimle sağlıklı bir şekilde çıkaracağım, güzel hatıralar biriktireceğim, heyecanımı koruyacağım ve arttıracağım “İyi ki”lerle dolu bir yaş yaşarım. E gelsin bakalım yeni yaş…

 

18 Aralık 2020 Cuma

Hiçbir Şey İçin Geç Değildir

 “Bir şeyler yazayım ya şu Cuma akşamı hazır Okan da yatmışken, mis gibi hoparlörden sevdiğim müzikleri de açmışken…“

Kafamda işte bu düşünce varken yine kendimi SAP’de muavin çekerken, o hesabın bakiyesini tutturduktan sonra hadi cevapsız kalmasın şu mail diye cevap yazarken, hemen ardından maile şunu da eklersem şık olur diye intranette politikaları okurken buldum ve yine geç oldu.

Ama ne demişlerdi? “Hiçbir şey için geç değildir”. Bu satırlarda o halde her şey için hazır olanlara gelsin, unutmayın: 0,01>0,00

İşte bu yüzden bugün göstereceğiniz o küçük efor yarın size büyük bir getiri sağlayabilir, yeter ki düzenli olsun.


 

6 Aralık 2020 Pazar

Deneyim Borcu ve Dijital Dönüşümde Rekabette Öne Geçmek

1 Aralık 2020 günü AmCham Turkey / American Business Forum in Turkey tarafından düzenlenen "New Normal: Digital Transformation" serisinin "Know Your Customer" panelinde Philip Morris International Genel Müdürü Filiz Yavuz Diren, Deloitte Digital Türkiye Ortağı Özlem Yanmaz ve IBM Cloud & Cognitive Ülke Lideri Arzu Sözen tüketicilerin şirketlerden beklentileri, COVID-19 pandemisinin dijital dönüşüm ajandası üzerindeki etkisi, yeni paradigma üzerine kurulu iş modelleri, verimlilik ve insan deneyimi denklemi, ekosistem işbirlikleri, veriye dayalı içgörü, bugünün ve yarının bilişsel kabiliyetleri üzerine görüşlerini aktardı.

Müşteriyi gerçekten tanımak demek, müşteri ihtiyaçlarını, beklentilerini ve taleplerini hissetmek ve anlamak demek. Dijital Dönüşümün önemli unsurlarından olan “Müşterilerinizi Tanıyın” konusunun tartışıldığı panel oldukça ilgimi çekerken iki konu özellikle dikkatimi çekti:

İlki, şirketler, müşterileri, çalışanları ve paydaşları ile ilgili anlayışlarını derinleştirerek insanların hayatlarını daha iyi hale getirecek değer önerileri ve çözümler ortaya koyabilirler. Bunun için niyet yeterli değil; davranış trendlerini takip edebilme, veri odaklı içgörü üretebilme ve gerçek zamanlı aksiyon alabilme kaslarına sahip olmak gerekiyor. Şirketim Philip Morris dijital altyapısını geliştirirken veriyi karar alma mekanizmasında merkeze koyarak müşterisini ve onun ihtiyaçlarını karşılayabilecek dijital dönüşümü gerçekleştirerek sektörüne liderlik ediyor.

İkincisi ise, açıkçası daha önce hiç duymadığım “deneyim borcu” kavramı oldu. Deloitte Digital Türkiye Ortağı Özlem Yanmaz panelde deneyim borcundan bahsedince ajandama not alıp konuyu ilk fırsatta araştırdığımda bu kez kendimi yine Deloitte tarafından periyodik olarak yayımlanan Radar yayınındaki bir makalede buldum. Bakın o makaleyi okurken nelerin altını çizmişim:

Dijital teknolojilerin yaşamamızdaki birçok etkileşimi gerçekleştirdiği ve bunca yoğunluğumuz arasında hayatı kolaylaştırdığı muhakkaktır. Fakat insanlar arası bağlantının temel taşlarını da erozyona uğratıyorlar. Dolayısıyla, insani dokunuştan yoksun her dijital iletişim – ister kişisel, ister iş için olsun – bireyleri daha izole, daha yetersiz düzeyde temsil edilmiş, daha doyumsuz hissettirecek.

İvmesine dahi yaklaşmakta zorlandığımız dijital teknolojilerin arzu edilmeyen yan etkilerinden biri deneyim borcu olacak diyor, Deloitte araştırması. Neden derseniz, birçok davranışsal psikoloğun kolayca söyleyebileceği gibi insanlar yarın yapılacak zor bir seçimi bugünden gelecek kolay bir çözüm ile değiş-tokuş etmeye hazırdır. Araştırmalar gösteriyor ki, sosyal medya bizleri birbirimize daha “bağlı” hale getirse de, toplumdan daha izole ve birbirini kıskanan bireyler olmamıza yol açıyor.

Peki, bahse konu deneyim borcunu nasıl düşürebiliriz? Eğer kanun yapıcılar ve regülasyon otoriteleri yeterince hızlı değilse ya da iş yaptığınız endüstri düzenlenen bir alan değilse, insan deneyimini artırarak deneyim borcunu ödemek en doğrusu.

O halde deneyim borcunu nasıl ödeyeceğiz diye soracak olursanız, makale bize 3 yol öneriyor:

  1. Empati ile tasarlamak
  2. İnsan tecrübesine odaklanmak
  3. İnsan ruhu ile bağlantı kurmak

Bunları kısaca açmak gerekirse;

Empati bize şüphesizdir ki perspektif kazandırıyor. Araştırmalar gösteriyor ki kendi değerlerini paydaşlarının değerleri ile hizalayabilen organizasyonlar aynı zamanda en yüksek çalışan ve müşteri tatmin skorlarına da sahip.

Ortak değerler üzerine kapsayıcı insan tecrübeleri inşa eden şirketler bireye daha çok odaklanarak bulundukları endüstride öne çıkıyor.

İnsan deneyimini artırmak noktasında, insan ruhu ile bağlantıyı sağlamak, hem bireysel hem de organizasyonlar düzeyinde bizlerin sorumluluğunda; başarabilen markalar uzun vadenin kazananları olacaklar.

Tüm bunları gözönünde bulundurarak bugün hızlıca düşünülmüş ve tasarlanmış bir teknoloji entegrasyon projesinin, odağında insan olmadan uygulamaya alınmasının, ileride ne kadar vahim sonuçları olabileceği akla geliyor. Dijital dönüşümün odağında insanın olması gerektiği bu kadar açıkken, ben de okuduğum bir HBR makalesinden yola çıkarak, katıldığım bu panelde şöyle bir soru sordum: Sizce bu dijital dönüşüm içerisinde, rekabette geri kalmamak için bireyin hangi “soft skill”lerini geliştirmesi gerekir? 

Soruma aldığım cevabı aşağıda paylaşarak sizleri dijital dönüşüm öykünüz üzerine düşünmeye davet ediyorum.



Google adsense

Analytics