Beşiktaş’ımız kayıp, kötü bir sezon geçirirken bizim de kaçıyor. Neşemiz yok, eyvallah “sevinmek için sevmedik” diye kendimizi teselli ediyoruz ancak…
Geçen 1 Mayıs günü oğlum Okan “baba ben artık Beşiktaş’ı bırakacağım, sınıfta dalga geçiyorlar” deyince içim burkuldu. O şaşkınlıkla ilk aklıma gelen şeyleri söyleyip okula başladıkları yıl Beşiktaş’ın şampiyon olduğunu, bu yıl da büyük ihtimalle Türkiye Kupasını alacağını söylesem de çocukların geçmişe değil bugüne baktığını söyleyince “bu böyle devam etmez, düzeleceğiz” deyip konuyu değiştirdim.
Üzerinden 2 gün geçti, 3 Mayıs akşamı ailece gülmeye ihtiyacımız olduğu için Netflix’e yeni gelen “Ölümlü Dünya 2”yi izlerken bir yandan da telefonla kaçamak maçın nasıl gittiğini takip ediyordum. Skorun 2-1 Beşiktaş lehine olduğu an bir ok çekince kendimi ele verdim. Bir kaç dakika sonra bir kez daha skoru kontrol ederken yine gol yediğimizi ve skorun 2-2’ye geldiğini gördüm. Tam da o an Okan “maç kaç kaç baba?” diye sordu. Panikle “Evimizde Rize’yi bile yenemiyor muyuz?” demesin diye "2-1" dedim. Filme devam ettim ama ayrı bir dertlendim. Hem yalan söyledim hem de takım böyle gittikçe Okan gibi çocuklarımızın düştüğü keyif kaçıran duruma üzüldüm.
Film bitti, umutla telefonu elime aldım, 90+7’de gelen 3. golümüz ile hem kazandığımıza hem de bu hafta çocuklarımızın okulda boyunlarının eğilmeyeceğine sevindim.
Zorlu bir süreç, klasik ifadeyle “hayatın içinde bunlar da var” dediğimiz türden ve büyüklüğümüz ile üstesinden gelip yine başarıları kutlayacağımız günlere kavuşacağız. Yürüyelim güneşe, Şeref’imizle, Hakkı’mızla…