Bu sabah, güzel bir haftasonu sonrası pazartesi sendromu ve gerginliği ile servise bindikten sonra Tuna Kiremitçi'nin aşağıdaki yazısını okudum. Okurken kendimi olayın içinde hayal ettim, adeta kaptırdım. Bitirdiğimde ise, halime şükrettim ve tıpkı bir gece önce TV'de Ali Sabancı'nın söylediği gibi daha büyük hedefler/hayaller sahibi olmak istedim, bir yandan da sahip olduklarıma şükretmek...
Asla geç değildir
Diyelim loş bir odada yatmaktasın. Sımsıkı kapalı perdelerin arasından, cılız bir günışığı.
Neredesin, belli değil.
Günlerden ne, bilmiyorsun.
Ama vücudunda derin bir ağrı.
Hani “bir organın varlığını hissediyorsan o organ hasta demektir” derler ya, sen bütün vücudunu hissediyorsun.
Güç bela başını çevirip baktığında, başucunda duran ilaçlar çarpıyor gözüne. Odadaki grilikle çelişen, renkli kutular.
Uzanmak istiyorsun, elin gitmiyor. Doğrulmak istiyorsun ama mecalin yok. Nefes almak bile mesele.
Derken, elinin üstündeki cennet benekleri çarpıyor gözüne. Kendi yüzüne dokunuyor ve çok yaşlı olduğunu anlıyorsun.
Hadi açık konuşalım: Yavaş yavaş ölüyorsun.
Ya da hastane odasında, her tarafına borular bağlanmış halde yatıyorsun. Odanın camına, sinsi bir yağmurun damlaları çarpmaktadır.
Öyle bir inliyorsun ki, hemşire koşuyor. Yanına gelip merhametle tutuyor elini: “Bir şey mi istediniz?”
Belki de bir otel odasında, göğsünde bir ağırlık. Şakakların zonkluyor, ellerin titriyor. Film şeridi gibi geçiyor hayat.
Birden, siyahlar giymiş bir melek!
Kara pelerinini savurarak giriyor odaya. Ama nasıl güzel! Ben diyeyim Beren, sen de Kıvanç.
Korkuyorsun ama gıkın çıkmıyor. Kum saati boşalıyor hızla. Zaman içine doğru, kum taneleri gibi akıyor.
“Çok mu istiyorsun biraz daha yaşamayı?” diye soruyor siyahlı melek. Son gücünle başını sallıyorsun.
“Bir düşüneyim” diyor: “Aslında bir seferlik torpil yapabiliriz. Ne dersin?”
Yine sallıyorsun başını ve melek başlıyor anlatmaya: “Şimdi seni 5 Mart 2012’ye geri döndürebilirim. Ama bir şartla.”
“O günden sonraki hiçbir şeyi hatırlamayacaksın. Bu konuşmayı da hatırlamayacaksın. Sadece sana yeni bir şans verildiğini bileceksin, o kadar.”
Sonra saatine bakıyor: “Anlaştıysak, gitmem lazım. Şimdi kapat gözlerini. Açtıktan sonra da yaşayacağın her saniyenin kıymetini bil. Hiçbir şeyden ‘artık çok geç’ diye vazgeçme. Ne hayallerinden ne de sevdiklerinden.”
“Yerinde olsam ben öyle yapardım” diyor gitmeden: “Çünkü sonunda yine karşılaşacağız.”
Kapıyorsun gözlerini.
Açtığında, tam şu anki gibisin: Gazetede ya da internette, pazartesi yazısını okur halde.
Yokluyorsun vücudunu, sağlıklısın. Dışarıda güneş ya da kar.
Elinde yukarıdaki sahneyi gerçekten yaşadığına dair kanıt yok.
Tıpkı siyahlı meleğin dediği gibi.
Artık tek yapman gereken, anlaşmaya uymak. Meleğe verdiğin sözü tutup onunla tekrar karşılaşana kadar, her saniyenin kıymetini bilmek.
Pazartesi sendromu falan takmamak yani.
Yerinde olsam öyle yapardım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder