Yolda
Spotify’dan daldan dala müzikler dinleyip twitter’da kafa dağıtmaya çalışırken
kafamda gün içinde yanlış giden şeyler için suçlular ve hatayı tetikleyenler
listesi yapmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Bir yandan da pozitif olmaya ve
önüme bakmaya gayret ediyordum ama kafam deli sorular sorup daha da deli
yorumlar yapmayı kesmiyordu. Tüm bunların en iyi molası haftasonu idi. Ama bu
haftasonu AVM’lerde geçirilmeyecek kadar değerliydi. Açıkhavaya çıkmalı, biraz
doğa ile iç içe olmalı, kısaca uzaklaşmalıydım. Planımı yaptım, yarın
Seferihisar’a yazlığa kaçmalıydım. Cuma olmasına rağmen yolda trafik yoktu ve
Torbalı’dan Karşıyaka’ya yaklaşık 45 dakika’da geldik. Eve girmeden önce
marketten göreceli olarak sağlıklı olduğunu düşündüğüm aburcuburlardan alıp 8
buçuk gibi eve girdim. Yaklaşık 45 dakika kadar da Okan ile vakit geçirdikten
sonra evin gizli patronunun uykusu gelmesi ile Nilgün Okan’ı yatağa götürdü ve
benim için de günün en rahat zaman dilimi start aldı. En kısık sesiyle TV’yi
açıp biraz Survivor izleyip kafamızı dağıttık. Sonra da aylardır tüm sezonu harddisk’te
bekleyen ama vakit bulamadığımız için izleyemediğimiz “The Night of” dizisinin
ilk bölümünü izledik. 1 saat 10 dakikalık bölümü “uyumadan bitirme” motivasyonu
ile izleyip yattık.
Servisten
inip kendimi aburcuburla ödüllendirme süreci ile başlayan silsile, Okan’ın
yatağa gidip bizim başbaşa eşimle bir dizi izlememizle sürmüştü. Vücudum gün
içinde yaşadığı stres savaşının izlerini uyku ile atmaya hazırdı. Yorgunlukla
beraber çoğu zaman olduğu gibi çok çaba göstermeden 12’den önce uykuya daldım.
Ama normal olmayan birşeyler vardı bu Cuma gününde ve öyle normal de
bitmemeliydi… Saat 1 buçukta kendimi kafamı tutarak yatakta farklı şekillere
soktuğum bir an Nilgün “noldu?” diye sorunca artık gizleyecek bir şey yok diye
düşünüp “başım çok ağrıyor” dedim. Dizi izlerken de aslında biraz sinyal
vermişti bünye ama uyuyunca geçer diye düşünmüştüm, aksine uykuda zirve yaptı.
Başımın özellikle arkası sanki binlerce nöronu hissedercesine karıncalanıp
çılgınca ağrıyordu. Bir Minoset aldım, her zaman işe yarardı ama geçen 10
dakikada işe yaramamıştı. Buzdolabından önce buz kalıbı alıp başımın ağrıyan
bölgelerinde gezdirdim. İşe yaramayınca kafamı mutfak penceresinden çıkarıp
biraz üşüsem belki geçer diye düşündüm. Huzur operasyonu tarzı birşeyler
oluyordu, sürekli helikopter geçiyordu Karşıyaka semalarında. Bu yöntem de
cevap vermeyince bu kez bir önceki metod olan buz kalıbını bir havluya sarıp
bir daha uyguladım. Ağzıma sebebini bilmesem de Olips attım. Salonda, mutfakta,
oturma odasında gezip kendimi yormaya çalıştım. Kafamda adeta bir takım
çıtırtılar vardı ve son zamanlardakinden çok farklı bir baş ağrısıydı bu. Neyse
ki hayatta sadece güzel şeyler değil kötü şeyler de bitiyormuş. Başımın ağrısı
biraz azalınca, özellikle şiddetli ağrıyan kısmı yatağa değmeyecek şekilde
(evet yastığa tahammül edemiyordum, bir kenara koydum) yan yatıp uykuya daldım.
Sabah uyandığımda gece aldığım mesajın farkındaydım. Kendime yapmıştım yine… Bir gün önce yine kendimi kasıp stres seviyelerini zorladıktan sonra vücut bu savaşı gün içerisinde kağıt üzerinde kayıpsız geçmiş ama akşam rahatladığında da bayrağı kaldırmıştı. Bir yanda sorumluluk, bir yanda hedefler olunca karşılaşılan sorunları rölantide bir motorla çözmeyi başaramamıştım. Yaşadığım gerginlik rahatladığım anda da kapalı zarf usulü gün içinde yaşadıklarının faturasını çıkarmıştı önüme… Bunu kendime yapmamalıydım. Sebebi ne olursa olsun, aileme karşı da işime olduğu gibi sorumluluklarım vardı. 34 yaşında bir baş ağrısı olarak bana mesaj çakan bu yüksek seviyedeki stres bundan bir 10 sene sonra çok daha ciddi tahribat yaratabilirdi.
Bunları kafamda kurarak başladığım Cumartesi sabahı planladığım gibi kahvaltı sonrası ailece hazırlanıp yazlığa gitmek üzere yola çıktık. Annemi de alıp Seferihisar’a doğru yol aldık. Yolda Nilgün gece yaşadığım baş ağrısını ve bunun bir güm önce işte yaşadığım stres ve kaygı ile ilişkisini anneme de anlatınca, kendime sabah verdiğim mesajları bir de ailemden dinledim, pekiştirdim.
Eee
buraya kadar sorunun kağıt üzerindeki sebebini yüzeysel, sorunu detaylı olarak
paylaştım da ya sonrası? Yarın yeni bir sayfa, yeni bir gün. Pazartesi yine bir
çok yapılması gereken iş, okunması gereken mail, yazılması gereken cevap ile
gelecek. Ve kestiremediğim bir çok zorluk ve terslik potansiyelini de yine
içinde barındıran bir hafta olacak. İşte bu yüzden ne yaşarsam yaşayayım
zorlukları kabullenip bununla mücadele etmem lazım. Hedeflediğim yerdekilerle
benim aramdaki fark biraz tecrübe ve biraz da soft skill ise bunu gidermenin en
önemli aracı da bu yolda her türlü zorluğu Ronaldo gibi topu göğsünde yumuşatıp
sonra en iyi vuruşunla adrese göndermekten geçiyor. Bu aralar tekrar tekrar
sıkılmadan dinlediğim bir şarkı var, Sagopa Kajmer’in 366. Gün şarkısı. Bu
şarkının bence en vurucu sözleri şöyle:
Kurulu
bir makinayım, ya arıza yaparsam?
İstemediğim halde ya devrelerimi yakarsam?
Dik durmam gerek, ya yere yıkılırsam?
Ya bir çuval inciri mahveden ben olursam?
Bir daha düşünecek olsam aynı yanlışı iki kere yapar mıydım?
sanmam.
İstemediğim halde ya devrelerimi yakarsam?
Dik durmam gerek, ya yere yıkılırsam?
Ya bir çuval inciri mahveden ben olursam?
Bir daha düşünecek olsam aynı yanlışı iki kere yapar mıydım?
sanmam.
İnkarı
bırak kabullen, kabullenmekten başka çaren yok.
Ne
de zor oluyor aradıklarını bulman.
Pek
de zor oluyor aradıklarını bulman.
Özetle
kolay bir zafer yok hayatta. Hedeflerden vazgeçmek de yoksa günün sonunda, bu
hedeflere sakin kalarak ulaşmak en hayırlısı ve en sağlıklısı bence. En basit haliyle, başarısızlıktan korkmadan başarının anahtarını kovalamaya devam... İşte
yarından itibaren yeni hedefim gün içinde karşılaştığım can sıkıcı konuların ne
ilk ne de son olduğunun bilincinde olarak daha dingin kalıp kaygılardan uzak
yola devam edeceğim. Alınacak çok yol varsa eğer, bunun için harcayacak da çok
enerjim var!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder