Kemal Sayar'ın Yavaşla adlı kitabı düşük beklentiyle elime alıp kendime güzel dersler ya da bir başka deyişle notlar çıkardığım bir kitap olarak geride kaldı.
Çok hızlı giderseniz içinizde olup bitenleri özümseyecek ve onu kendi duyarlılığınızın bir parçası kılacak kadar vaktiniz olmaz. Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şey söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak, hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor. Şeyler, ancak iki göz atış arasındaki süre boyunca ilgimizi çekebiliyor.
İnsan özne olduğu duygusuna ancak zamanın içinde yaşayarak, geçmişten bugüne hareket ederek ulaşır.
Bir genç ancak konuşmak ve kendini ifade edebilmekle sağlıklı bir benlik duygusu geliştirir. Bir ebeveynin çocuğu ile hemdem olabilmesi, kafası dağılmadan, sıkıntısız bir biçimde onu dikkatinin odağına oturtabilmesiyle mümkündür.
Aşırı çalışma ve her an küçülme tehdidi stres yaratır. Ve nihayet buradan benmerkezli bir popüler kültür üretilir, artık iyiliğin adap ve erkânı değil, yükselme arzusunun zalimliği iş başındadır.
Yaşama zamanının yokluğunda, kayıp zamanı, yani çalışmanın ziyan ettiği hayatı telafi eden tek şey paradır. Oturduğumuz evler, sürdüğümüz konforlu arabalar, gidebildiğimiz lokanta ve eğlence mekânları, aldığımız ıvır zıvır, çalışma köleliğimizi meşrulaştırır. Ama ya onlar da ruhumuzdaki sızıyı dindirmiyorsa? Ya bunlara sahip olmak için ortaya sürdüğümüz pey, yani ömrümüz, bizim için daha kıymetliyse? Hayat geri gelmiyor. İnsan, ruhunu özgürleştirmeyen, kendisine bir ifade imkânı sunmayan, kendisini gerçekleştiremediği işlerle tatmin bulmuyor. Ruh istiyor ki kendi hikâyelerini anlatabilsin. Hikâyeleri başka insanlara çarpsın, onlarda çoğalsın, kendisine geri dönsün. Çağdaş iş yaşamı ve şirket köleliği ise disipline dayalı. Göreceğiniz düşlerin bile birbirine benzediği, kılık kıyafet, jest ve mimik, şaka ve konuşmaların birörnekleştiği bir disiplin düzeni öngörüyor.
Yapmak için ayrılan zaman, olmak için ayrılması gereken zamanı yer bitirir.
Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Aslında bütün varlığımızla bir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız. Anlaşmak için zaman gerekir, zaman ve mekân. Konuşmanın yanında susmak da gerekir, birbirinin söylediğine dikkat kesilebilmek, kalbini dostunun kalbine yaklaştırmak gerekir.
Zamanın para demek olduğu bir çağda dinlemeye ve düşünmeye ayrılan vakit giderek azalıyor. Yüz yüze konuşmanın gerektirdiği duraklamalar, düşüncenin ufak molalarla derlenip toparlanma ihtiyacı, fazlasıyla sıkıcı ve yavaş bulunuyor. Böylece diyaloğun yerini veriler, yorumun yerini power point sunumları alıyor.
'İçime çektiğim hava değil gökyüzüdür’ diyebilenler, eve mutlu dönüyor.
Feuerbach’ın söylediği gibi ‘biz yediklerimiziz’. İnsanların hızlı beslenmeyle uğradığı felaketlerden kurtulma fikriyle yola çıkan ‘yavaş besin’ hareketi dünya üzerinde yaygınlaşıyor. Genetik değiştirmeye karşı çıkan, organik tarımı önceleyen, biyolojik çeşitliliğe prim veren bu hareket; küçük, yerel ve telaşsız olana yaptığı vurguyla global kapitalizme muhalefet ediyor. Yiyeceklerimizi hakkını vererek, daha metafizik bir bakış açısıyla konuşacak olursak ‘şükrünü eda ederek’, onlarla ve o masanın etrafında bulunan dostlarımızla konuşarak tüketmek, bizi daha insan kılar.
“Her şey çok hızlı gerçekleştiğinde” diye yazmıştı Kundera, Yavaşlık adlı romanında, “kimse hiçbir şeyden emin olamaz, kendisinden bile.”
Telaş, hayatı daha da yüzeysel kılar. Hız hayatı eksiltir.
“İnsan zamanı ölçer, zaman da insanı” diyor bir İtalyan atasözü.
"Kadere karşı sigortalanmak.” Karen Blixen, Avrupalının arzusunu böyle betimliyordu. Oysa Afrikalı onu doğallıkla kabulleniyor, buyur ediyordu. “Ölebilenler, özgürce yaşar” diye eklemişti yazar.
Kellesini ipten zar zor kurtarmış adamın zalimliğinden kork.
Yaşadığımız zaman diliminde çocuklarımıza yapabileceğimiz iyiliklerden birisi, onları televizyon veya bilgisayarın değil gerçek hayatın sesiyle buluşturmaktır. Onlarla hayatı gezebilir, insanları ve sokakları tanıyabilirsiniz. Biraz tuhaf görünmek pahasına da olsa şunu öneriyorum: Onlarla akıl hastanelerini, huzurevlerini, yetiştirme yurtlarını, mülksüzlerin yaşadığı sokakları, camileri, havraları ve kiliseleri gezin. Birlikte çarşıları, pazarları, aktarları dolaşın. Gerçek hayatın nasıl bir şey olduğunu ve ıstırabın gerçek bir insana değdiğinde ne yapabileceğini onlara gösterin. Gerçek hayatın nerelerde soluk alıp verdiğini, insanların nelere gülüp nelere üzüldüğünü, gerçek hayatın seslerinin neye benzediğini onlara öğretin.
İnsan, fark edilmek ister. Oysa giderek aynılaşan ve anonimleşen bir dünyada, fark edilmek zorlaşmıştır.
Daha çok kazanıp daha çok harcıyor, fakat diğer insanlarla daha az zaman geçiriyoruz. Gittikçe yalnızlaşıyoruz. Yakın ilişkilerin oluşması zaman ve emek ister. Oysa zaman, mutlak biçimde sınırlı bir kaynaktır. Teknoloji zaman kazandıran icatlar yapadursun, zamanla ilgili sınırlılıklarımız giderek artıyor. Modern uygarlık, ‘eşyadan yana zengin, zamandan yana yoksul’ bireyler üretiyor.
Maddi ve sosyal şartlarımız geliştikçe kendimizi kıyasladığımız standartlar yükselir. Haz duygusunun referans noktası arttıkça, beklenti ve hayallerimizin çıtası yukarı çıkar. Seçeneklerin artması, kaçınılmaz biçimde beklentilerin de artmasına neden olur.
Hayatı sadeleştirmek gerekiyor, basit yaşayan insanlar, kanaat edebilenler, ele geçirmeyi reddedenler, kendilerini sınırlandırabilenler bir adım önde yürüyor. Onlar, nadide sarı laleler gibi, ışıltılarıyla dünyayı güzelleştiriyor.
Varsayalım ki, iki hayalî dünyadan birisi arasında bir seçim yapmanız isteniyor: İlkinde yılda 50 bin dolar kazanıyorsunuz oysa diğer insanlar 25 bin dolar kazanıyor. İkincisinde yılda 100 bin dolar kazanıyorsunuz, oysa diğer insanlar yılda 250 bin dolar kazanıyor. Hangisini seçerdiniz? Bu soru, bir grup Harvard öğrencisine sorulmuş ve ezici çoğunluk ilk seçeneği işaretlemiş. Kendi durumları diğer insanlara göre daha iyi olduğu sürece, daha az kazanmaya razı olmuşlar. Başka bazı çalışmalar da aynı sonuca ulaşmış. İnsanlar, başkalarına göre kendilerini daha üstün konumda hissettikleri sürece, gelirlerindeki düşmeyi çok önemsemiyorlar. İnsanın gelirinden memnun olup olmaması, belirli bir normla yaptığı mukayeseyle ilgili. Bu norm da iki şeye bağlı; ‘diğer insanlar ne kadar kazanıyor’ ve ‘ben ne kadar kazanmaya alışkınım’. İlki sosyal mukayeseyle ilgili, ikincisi de süregiden duruma alışmayla.
Mutluluğu sürdürmek için elinizde olanı tutmak ve onun üzerine bir şeyler eklemek istersiniz. İnsan maddi şeylere çabuk alışır ve onların verdiği tatminle çabuk doyar. Reklamcılar da zaten buradan ekmek yer. Bu iptilayı yeni harcamalarla beslememizi isterler. İhtiyacımız olmadığı halde yeni cep telefonları, yeni giysiler, yeni arabalar alırız. O halde gerçekten ihtiyaç duymadığımız şeyleri satın almamamız ve zamanımızı dostluk, anne babalık, dayanışma gibi solmayan, kaybolmayan, alışıp bıkmayacağımız değerlere ayırmamız gerekir.
Mutluluk kendimize hedefler tayin edebilmemizle ilgilidir. Kolay ulaşılır hedefler bizi çabuk sıkar. Zor hedefler, hayal kırıklığı yaratabilir. İnsanın hedeflerini yaşadığı gerçeklerden hareket ederek tayin etmesi gerekir. Ulaşılması güç hedefler koyarak bu uğurda fazla yorulmak, bilinen depresyon nedenlerinden birisidir. İç sıkıntısı, bugün Batı toplumlarını içten içe kemiren bir illet. İnsanlar yeni şeyler peşinde koşmak yerine konforu seçiyor, iş dışında aktif olarak ilgilenecekleri uğraşlar bulmakta zorlanıyor. Bizim toplumuzdaki ezici çoğunluk gibi, hayatta kalmak için canlarını dişlerine takıp çaba harcamaları gerekmiyor. Bu da onları amaçsız, tüketim kölesi, televizyon bağımlısı, sıkıntılı insanlar haline getiriyor. Hepimizin, bizi zaman duygusundan kurtaran, adeta zamanın dışına çıkaran, yaptığımız işe gömüldüğümüz, ‘akış’ anlarına ihtiyacımız var. O halde işin dışında da, uğruna uçurtmalar uçurduğunuz ideal, uğraşı ve hedefleriniz olsun.
“Kaderini sev” demişti Nietzsche, “kaderini sev ki o senin hayatındır.”
“Hayat” diyordu Kierkegaard, “geriye doğru anlaşılır ama ileriye doğru yaşanır.”
Tuhaf şeydir, işlerimiz bize bir kimlik verir ama annelik veya babalık vermez.
Günümüz toplumu, artık kişinin güç konumunu daha çok hiyerarşik organizasyonlardaki yerine göre değerlendirmektedir. Kişi toplum içinde ne kadar yüksek bir mevkie sahipse o kadar varlıklı demektir ve varlık eskiden üstün erkek özelliği sayılan fiziksel kuvveti kolaylıkla satın alabilmektedir.
Yetişkinlerle yapılmış iyi bir konuşma çocuğun beynini uyarır, zaten akışkan ve dinamik bir yapı olan beyin böyle bir konuşmayla değişir, sinir hücreleri yeni dallanmalarla genişler. İyi ve güzel bir konuşma çocuk beyninin besinidir.
“Görme zafer kazanır; çünkü faydalıdır” diye yazmıştı Jacques Ellul olağanüstü güzellikteki kitabı Sözün Düşüşü’nde. “Görme bizi düşünme ve hatırlama derdinden kurtarır.” Hız unutturur. İmge bombardımanı bizi hatırlamak derdinden kurtarır. Ekran bizi seyirci kılar, seyirci eylemin peşinde koşan kişi değildir, ‘seyirciye dönüşen varlığımız herhangi bir eylemde bulunma imkânımızı felce uğratır’.
İşlerimiz sayesinde kendimizi önemli hissederiz. Kendimize daha fazla önem verme ihtiyacı duyduğumuzda işlerimizi abartırız.
“Aşk” demişti Hannah Arendt, “ortalıkta gösterildiği an, solmaya ve ölmeye yüz tutar.”
Günümüzde sessizlik hor görülür. Konuşan insanın sağlıklı olduğu önermesi alttan alta desteklenir. Oysa kedere sessizce de katlanabilir insan. Hayatın keder ve sevinçleriyle bizi usul usul büyütmesine izin vermek gerekir.
Mitolojiler pek çok kültürde ortak bir hikâye anlatır: Ebeveynleri tarafından terk edilen özel çocuk, vahşi doğada veya koruyucu anne baba elinde büyür, pek de merhamet ve şefkat görmez. Zaman ve şartlara acımasızca maruz kalır. Fakat bu maruz kalıştır ki onu yeni ve daha güçlü bir insan kılar. Hayata maruz kalmak, hepimiz için bir tehdit ve bir fırsattır. Çok incinebilir olduğumuzu hissettiğimiz anlar, aynı zamanda hayatta yeni bir role geçebileceğimiz fırsat anlarıdır. Çocuk en savunmasız göründüğü anlardan bir kuvvet duygusuyla sıyrılabilir.