Geçtiğimiz günlerde Şeker Piliç'in düzenlemiş olduğu Babalar Günü ile ilgili kompozisyon yarışmasına katıldım ve yazım ilk 10'a girdi. Babama olan vefa borcumun çok çok az bir kısmını bu şekilde ödediğimi düşünüyorum.
Bu arada kompozisyonumu ödüllendiren Şeker Piliç'e teşekkür eder, gönderdikleri tavukların da oldukça hayırlı bir işe vesile olduğunu belirtmek isterim.
BABAM
Bundan tam 10 sene önce, bir Pazartesi günü annemle birlikte evde otururken telefonun acı acı çalmasıyla birlikte irkildik. Hattın ucundaki kişi babamın ufak bir trafik kazası geçirdiğini ve acilen 80 kilometre ötedeki Aliağa’ya gelmemizi istedi. On beş yaşındaki bir ergen olarak bu olay benim adeta kanımı dondurmuştu. Annem hemen alt komşumuza rica etti ve komşumuzun arabasıyla Aliağa’ya gittik. Hastaneye vardığımızda acı haberi aldık. Babam katıldığı bir ihale sonrası kalp krizi geçirmiş ve hemşire hanım bizim sakin olmamız için olayı bize ufak bir trafik kazası gibi yansıtmıştı. Durumu öğrenince anneme sarılıp güçlü olduğumu hissettirmek ve gözyaşlarıma engel olmak için elimden geleni yaptım. O andan itibaren babama layık bir evlat olduğumu kanıtlama zamanı gelmişti benim için… Babamla yaşadığım 15 senenin tadı damağımda kaldı ve O’ndan erken ve zamansız ayrılmak içimde birçok uhde bıraktı. Fakat yaşadıklarımız, paylaştıklarımız da benim yanıma kar kaldı. İleride çocuk sahibi olduğumda, torununa kendisinden övgüyle bahsederken anlatacağım unutulmaz hatıralarla O’nun anısını en güzel şekilde yaşatmaya çalışacağım.
Geriye dönüp baktığımda hayatımda babamın damgasını vurduğu öyle anlamlı kesitler var ki bunları kendimle baş başa kaldığım zamanlarda aklıma getirmek bile bana huzur veriyor. Hiç unutmam ilkokul 1. Sınıftayken daha öğretmenimiz çarpım tablosunu bize göstermeden babam bana defterimin arkasındaki çarpım tablosunun büyütülmüş bir fotokopisini çektirmişti. “Eğer benim gibi olmak istiyorsan matematikle aranın iyi olması lazım, sana 2 gün müsade, sürenin sonunda sana kerrat cetvelinden soru soracağım” demişti. O dönem için en büyük tutkum olan Commodore 64’ümü bir kenara bırakıp, ilk kez hayatımda sıkı bir çalışmaya girişmiştim. Babam asker olduğu için sert bir mizacı vardı, her ne kadar bana kızmasa da, ordu evindeki askerlere nasıl bağırdığını gördüğüm için, O’nu kızdırmamak için gereken özeni gösterirdim. O iki gün geçti ve babam akşam yemeğinden sonra TRT1’deki haberleri annemin hazırladığı kahve eşliğinde izlerken beni çağırdı. Sözlü zamanı gelmişti… Karşısında heyecanımı gizleyemediğim, adeta dizlerimin birbirine çarptığı bir andı. Her ne kadar gündüz annemle defalarca kez tekrar edip çalışmış olsam da babamın karşısında bu çok ayrı bir heyecandı. O sevgisini mesafeli bir şekilde göstererek adeta biz aile bireyleriyle ordudaki gibi düzeyli bir ilişki kuruyordu. Yanlış yapmam ya da doğruyu hatırlayamam durumunda ne gibi bir tepki vereceğini tahmin bile edemeden salona geçtim ve karşısında, adeta tahtada sözlüye kalkan bir öğrenci gibi yerimi aldım. Sırayla sormaya başladı, ben titrek sesimle cevapları doğru bir şekilde verdikçe, kendisinin yüzündeki gülümsemeyi görmek kendime olan güvenimi yerine getirdi. Nihayet sorduğu bütün çarpma işlemlerini doğru cevapladım, beni kucağına aldı ve kulağıma “Aslan oğlum, seni çok seviyorum” dedi. O an için o sarılmanın ve sözleri işitmenin bana verdiği mutluluk gerçekten tarifi imkansız bir histi. Futbol belki her erkeğin hayatındaki en büyük tutkusudur. Çocukluğumdan beri iyi top oynayamasam da futbolu hep takip ettim. Babam benim gibi değildi. Genelde babalar oğullarının tuttuğu takımda söz sahibi iken, biz de tam tersi olmuştu ve ben koyu bir Beşiktaş taraftarı olduğum için babam da benim tuttuğum takımı destekliyordu. Orta okula geçtiğim 90lı yılların ikinci yarısında, Beşiktaş Karşıyaka ile maçı olduğu için İzmir'e gelecekti. Fikstürden haftalar önce tarihine bakıp, gitmeyi hayal etmeye başlamıştım. Maça iki hafta kala konuyu babama açtım. Hayatımda ilk kez bir maça gidecektim. Babam seve seve gidebileceğimizi söyledi. Adeta dünyalar benim olmuştu. Haberi aldıktan sonra okuldaki havamı görmeniz lazımdı. Gideceğimi herkese ballandıra ballandıra anlatıyordum.
Ancak her şey her zaman planlandığı gibi gitmiyor. Maçın oynanacağı Pazar gününden 2 gün önce annem, yokuşta ayağının kayması sonucu düştü ve ayağını kırdı. İnanın haberi aldığım an yaşadığım üzüntümün hemen ardından maça gidemeyeceğimiz gerçeği yüzüme tokat gibi vurdu. Böyle bir durumda evde maç konusunu açamazdım bile. Babam evde sürekli annemle ilgileniyordu. Gelen giden pek çok kişi olduğu için de evden ayrılması olası değildi. Ben de onsuz gidemeyeceğim için hayallerimin suya düşmüştü. Maçtan önceki Cumartesi gecesi odamdaki telefondan sınıf arkadaşımla konuşurken konuyu ona açtım. Üzüntüm sebebiyle yüzümden yaşlar gelmeye başlamıştı. O anda babam aniden içeri gelip akşam yemeğinin hazır olduğunu söyledi. Ağladığımı fark etmişti. Yüzüme dikkatlice baktı ve kapıyı kapattı. Bunun üzerine telefonu kapatıp, yemeğe geçtik. Babam yemekte hiçbir şey sormadı. Yemekten sonra annem odasına çekildi, biz de babamla beraber mutfağı toparlamaya koyulduk. Mutfağın kapısını kapatıp, "hayırdır bir kız mevzusu mu var?" diye sordu. "Hayır" dedim başımı öne eğerek. "Hadi utanma anlat, herkes bu yollardan geçti" dedi. Konuyu hiç dallandırıp budaklandırmadan, ağzımdaki baklayı çıkardım: "Baba ne kızı ya, maça gidemeyeceğiz!". O an babam, yaşadığı unutkanlıkla birlikte, "Maç ne zaman ki?" diye sordu. Söylediğim gibi futbolla pek bir alakası yoktu. "Yarın akşam…" dedim. Önce bir süre susup, bulaşıkları durulamaya devam etti, sonra da belirsiz durumlarda kullandığı "Allah Kerim" sözü ile işini sürdürdü. Ben de o biraz daha annemle ilgilenip erkenden yatmayı tercih ettim.
Ertesi gün gazete manşetlerini okudukça içim içimi yiyordu. Yeni Asır gazetesi, futbolcularla Efes Otel'inde yapılmış röportajları yayınlamıştı. "Kaçan balık büyük olur" deyimi yine geçerliydi. Ders çalışmak için odama çekildiğimde kesinlikle konsantre olamıyordum. Odamda walkman ile müzik dinlerken kapı çaldı. Pazar günü bile geçmiş olsun için misafir geliyor diye söylenmeye başlamıştım. Derken içerideki seslere kulak verdiğimde gelenlerin yabancı olmadığı, teyzemlerin olduğunu anladım. Koşarak onların yanına gittim. Babam onlarla ilgilenirken beni görünce, "Hadi bakalım, hemen giy formanı çıkıyoruz" dedi. Meğer babam sabah ben uyurken teyzemleri aramış, üzüntümü anlatmış, onlar da "biricik" yeğenleri
üzülmesin diye Salihli'den kalkıp gelmişlerdi. Formamı giyip babama öyle bir sarılmıştım ki, hayatımda ilk kez futbolcuların golden sonra nasıl bir duyguyla birbirilerine sarıldığını çok daha iyi anlıyordum.
O gece benim için keyifli bir futbol akşamından öte, babamın bana yapmış olduğu müthiş incelik sayesinde çok mutlu olduğum bir gün olarak aklıma kazındı. O'nu kaybettikten sonra bile Atatürk Stadı'nın önünden geçerken hep o günü hatırlayıp babamı yad ederim.
Her insan için babasının yeri ve önemi çok farklıdır. Geriye dönüp baktığımda çevremde ve kendi ailemde babalar günü biraz anneler gününün hâkimiyeti altında biraz geri planda kaldı. Ancak babalarımızın değerini bilmeli ve bunu onlara en yoğun şekilde hissettirmeliyiz. Babamın sene devriyelerinde mezarında O'nu ziyaret ettiğimde hem yaşadıklarımızla kendimi avutup, yaşayamayıp, ıskaladıklarımız için üzülüyorum. Ama tıpkı O'nun mezar taşına da yazdırdığım gibi "O'nu Unutmak Mümkün Değil". Bu vesileyle herkese babasına en azından yılda bir gün sarılmasını ve kendisi için yaptıklarına müteşekkir olduğunu gözlerinin içine bakarak söylemesini öneriyorum. Kesinlikle pişman olmayacaksınız çünkü O bunu hak ediyor.
Bundan tam 10 sene önce, bir Pazartesi günü annemle birlikte evde otururken telefonun acı acı çalmasıyla birlikte irkildik. Hattın ucundaki kişi babamın ufak bir trafik kazası geçirdiğini ve acilen 80 kilometre ötedeki Aliağa’ya gelmemizi istedi. On beş yaşındaki bir ergen olarak bu olay benim adeta kanımı dondurmuştu. Annem hemen alt komşumuza rica etti ve komşumuzun arabasıyla Aliağa’ya gittik. Hastaneye vardığımızda acı haberi aldık. Babam katıldığı bir ihale sonrası kalp krizi geçirmiş ve hemşire hanım bizim sakin olmamız için olayı bize ufak bir trafik kazası gibi yansıtmıştı. Durumu öğrenince anneme sarılıp güçlü olduğumu hissettirmek ve gözyaşlarıma engel olmak için elimden geleni yaptım. O andan itibaren babama layık bir evlat olduğumu kanıtlama zamanı gelmişti benim için… Babamla yaşadığım 15 senenin tadı damağımda kaldı ve O’ndan erken ve zamansız ayrılmak içimde birçok uhde bıraktı. Fakat yaşadıklarımız, paylaştıklarımız da benim yanıma kar kaldı. İleride çocuk sahibi olduğumda, torununa kendisinden övgüyle bahsederken anlatacağım unutulmaz hatıralarla O’nun anısını en güzel şekilde yaşatmaya çalışacağım.
Geriye dönüp baktığımda hayatımda babamın damgasını vurduğu öyle anlamlı kesitler var ki bunları kendimle baş başa kaldığım zamanlarda aklıma getirmek bile bana huzur veriyor. Hiç unutmam ilkokul 1. Sınıftayken daha öğretmenimiz çarpım tablosunu bize göstermeden babam bana defterimin arkasındaki çarpım tablosunun büyütülmüş bir fotokopisini çektirmişti. “Eğer benim gibi olmak istiyorsan matematikle aranın iyi olması lazım, sana 2 gün müsade, sürenin sonunda sana kerrat cetvelinden soru soracağım” demişti. O dönem için en büyük tutkum olan Commodore 64’ümü bir kenara bırakıp, ilk kez hayatımda sıkı bir çalışmaya girişmiştim. Babam asker olduğu için sert bir mizacı vardı, her ne kadar bana kızmasa da, ordu evindeki askerlere nasıl bağırdığını gördüğüm için, O’nu kızdırmamak için gereken özeni gösterirdim. O iki gün geçti ve babam akşam yemeğinden sonra TRT1’deki haberleri annemin hazırladığı kahve eşliğinde izlerken beni çağırdı. Sözlü zamanı gelmişti… Karşısında heyecanımı gizleyemediğim, adeta dizlerimin birbirine çarptığı bir andı. Her ne kadar gündüz annemle defalarca kez tekrar edip çalışmış olsam da babamın karşısında bu çok ayrı bir heyecandı. O sevgisini mesafeli bir şekilde göstererek adeta biz aile bireyleriyle ordudaki gibi düzeyli bir ilişki kuruyordu. Yanlış yapmam ya da doğruyu hatırlayamam durumunda ne gibi bir tepki vereceğini tahmin bile edemeden salona geçtim ve karşısında, adeta tahtada sözlüye kalkan bir öğrenci gibi yerimi aldım. Sırayla sormaya başladı, ben titrek sesimle cevapları doğru bir şekilde verdikçe, kendisinin yüzündeki gülümsemeyi görmek kendime olan güvenimi yerine getirdi. Nihayet sorduğu bütün çarpma işlemlerini doğru cevapladım, beni kucağına aldı ve kulağıma “Aslan oğlum, seni çok seviyorum” dedi. O an için o sarılmanın ve sözleri işitmenin bana verdiği mutluluk gerçekten tarifi imkansız bir histi. Futbol belki her erkeğin hayatındaki en büyük tutkusudur. Çocukluğumdan beri iyi top oynayamasam da futbolu hep takip ettim. Babam benim gibi değildi. Genelde babalar oğullarının tuttuğu takımda söz sahibi iken, biz de tam tersi olmuştu ve ben koyu bir Beşiktaş taraftarı olduğum için babam da benim tuttuğum takımı destekliyordu. Orta okula geçtiğim 90lı yılların ikinci yarısında, Beşiktaş Karşıyaka ile maçı olduğu için İzmir'e gelecekti. Fikstürden haftalar önce tarihine bakıp, gitmeyi hayal etmeye başlamıştım. Maça iki hafta kala konuyu babama açtım. Hayatımda ilk kez bir maça gidecektim. Babam seve seve gidebileceğimizi söyledi. Adeta dünyalar benim olmuştu. Haberi aldıktan sonra okuldaki havamı görmeniz lazımdı. Gideceğimi herkese ballandıra ballandıra anlatıyordum.
Ancak her şey her zaman planlandığı gibi gitmiyor. Maçın oynanacağı Pazar gününden 2 gün önce annem, yokuşta ayağının kayması sonucu düştü ve ayağını kırdı. İnanın haberi aldığım an yaşadığım üzüntümün hemen ardından maça gidemeyeceğimiz gerçeği yüzüme tokat gibi vurdu. Böyle bir durumda evde maç konusunu açamazdım bile. Babam evde sürekli annemle ilgileniyordu. Gelen giden pek çok kişi olduğu için de evden ayrılması olası değildi. Ben de onsuz gidemeyeceğim için hayallerimin suya düşmüştü. Maçtan önceki Cumartesi gecesi odamdaki telefondan sınıf arkadaşımla konuşurken konuyu ona açtım. Üzüntüm sebebiyle yüzümden yaşlar gelmeye başlamıştı. O anda babam aniden içeri gelip akşam yemeğinin hazır olduğunu söyledi. Ağladığımı fark etmişti. Yüzüme dikkatlice baktı ve kapıyı kapattı. Bunun üzerine telefonu kapatıp, yemeğe geçtik. Babam yemekte hiçbir şey sormadı. Yemekten sonra annem odasına çekildi, biz de babamla beraber mutfağı toparlamaya koyulduk. Mutfağın kapısını kapatıp, "hayırdır bir kız mevzusu mu var?" diye sordu. "Hayır" dedim başımı öne eğerek. "Hadi utanma anlat, herkes bu yollardan geçti" dedi. Konuyu hiç dallandırıp budaklandırmadan, ağzımdaki baklayı çıkardım: "Baba ne kızı ya, maça gidemeyeceğiz!". O an babam, yaşadığı unutkanlıkla birlikte, "Maç ne zaman ki?" diye sordu. Söylediğim gibi futbolla pek bir alakası yoktu. "Yarın akşam…" dedim. Önce bir süre susup, bulaşıkları durulamaya devam etti, sonra da belirsiz durumlarda kullandığı "Allah Kerim" sözü ile işini sürdürdü. Ben de o biraz daha annemle ilgilenip erkenden yatmayı tercih ettim.
Ertesi gün gazete manşetlerini okudukça içim içimi yiyordu. Yeni Asır gazetesi, futbolcularla Efes Otel'inde yapılmış röportajları yayınlamıştı. "Kaçan balık büyük olur" deyimi yine geçerliydi. Ders çalışmak için odama çekildiğimde kesinlikle konsantre olamıyordum. Odamda walkman ile müzik dinlerken kapı çaldı. Pazar günü bile geçmiş olsun için misafir geliyor diye söylenmeye başlamıştım. Derken içerideki seslere kulak verdiğimde gelenlerin yabancı olmadığı, teyzemlerin olduğunu anladım. Koşarak onların yanına gittim. Babam onlarla ilgilenirken beni görünce, "Hadi bakalım, hemen giy formanı çıkıyoruz" dedi. Meğer babam sabah ben uyurken teyzemleri aramış, üzüntümü anlatmış, onlar da "biricik" yeğenleri
üzülmesin diye Salihli'den kalkıp gelmişlerdi. Formamı giyip babama öyle bir sarılmıştım ki, hayatımda ilk kez futbolcuların golden sonra nasıl bir duyguyla birbirilerine sarıldığını çok daha iyi anlıyordum.
O gece benim için keyifli bir futbol akşamından öte, babamın bana yapmış olduğu müthiş incelik sayesinde çok mutlu olduğum bir gün olarak aklıma kazındı. O'nu kaybettikten sonra bile Atatürk Stadı'nın önünden geçerken hep o günü hatırlayıp babamı yad ederim.
Her insan için babasının yeri ve önemi çok farklıdır. Geriye dönüp baktığımda çevremde ve kendi ailemde babalar günü biraz anneler gününün hâkimiyeti altında biraz geri planda kaldı. Ancak babalarımızın değerini bilmeli ve bunu onlara en yoğun şekilde hissettirmeliyiz. Babamın sene devriyelerinde mezarında O'nu ziyaret ettiğimde hem yaşadıklarımızla kendimi avutup, yaşayamayıp, ıskaladıklarımız için üzülüyorum. Ama tıpkı O'nun mezar taşına da yazdırdığım gibi "O'nu Unutmak Mümkün Değil". Bu vesileyle herkese babasına en azından yılda bir gün sarılmasını ve kendisi için yaptıklarına müteşekkir olduğunu gözlerinin içine bakarak söylemesini öneriyorum. Kesinlikle pişman olmayacaksınız çünkü O bunu hak ediyor.
Babanızı erken yaşta kaybetmek sizi hızlı büyütmüş. Gerçekten zor. Empati bile kuramıyorum. Bir de ebeveynin eksikliği insana hayatı erken yaşta sorgulatıyor ve daha hassas yapıyor. Yazma yeteneğiniz buradan geliyor olmalı.
YanıtlaSil