Bir kere daha önce hakikaten hakkında hiç bir şey bilmediğim Phil Knight’i çok sevdim. Sanırım bunda en önemli faktörde onun da benim gibi PwC adlı denetim firmasından geliyor olması önemli faktör oynadı. Bununla birlikte bir ortak noktamız daha var; o da bazı konularda tepkisini koymakta benim gibi zorlanıyor ve susarak, tepkisizlikle konuya cevabını veriyor. Şirketin kuruluş aşamalarında kendisine çalışanlarından gelen talepkar postalara cevap vermemesi hayır diyememesinin en basit örneği, ama o sorun yaşamamak için, hayır yerine susmayı tercih etmiş. Daha önce hayır diyebilme konusunda okuduğum bir kitapta eğer kolay hayır diyemiyorsanız, evet demek yerine susun deniyordu, Phil de bunu başarıyla uyguluyor. Ama Phil’in de gayet dik bir duruş sergileyip “hayır” demeyi bildiği noktalar da var; ilk aklıma gelen, yine benim mesleki tecrübemle yakın olmasından ötürü, şirketine verilen yüklü gümrük vergisi cezası için idari makamlara sonuna kadar itiraz etmesi, hakkını aramak için her türlü araştırma ve girişimde bulunması yazdığı başarı hikayesi için de dönüm noktası oldu.
Kitapta hikayesini yıl yıl anlatması çok hoşuma gitti. Olayların ardı
ardına tarihsel olarak devam etmesi kendimi hikayenin içinde hissetmemi
sağladı.
Hacettepe Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler okurken bölüm başkanımız
yazın mutlaka biyografi ya da otobiyografi okumamızı önerirdi ve kişilerin
yaşanmış hikayelerinden kendimize çok iyi dersler çıkarabileceğimizi söylerdi.
Son 2-3 yıl içerisinde okuduğum kitaplardan Steve Jobs ve Alex Ferguson’dan bu
bağlamda güzel şeyler edindiğimi düşünürken, bu kitap ta kesinlikle fayda
açısından (oto)biyografilere ve anı kitaplarına önem vermemi sağlayacak cinsten oldu.
İngilizce olarak okuduğum
kitaptan hoşuma giden bazı alıntılar yaptım. Aşağıda da bunların bir kısmına
kısa yorumlar yaparak içselleştirmek istedim. Bakalım ileride bu notları
okuduğumda neler düşüneceğim…
Bu arada kitabı okumayı
düşünenler için, kesinlikle tavsiye ederim. Özellikle girişimcilik konusunda
cesarete ihtiyacı olanlarla, çok paraya sahip olunca hayatın nasıl değiştiğini
merak edenler için güzel ipuçları içeriyor bu kitap…
Ayrıca kitabı ve Phil Knight için ekşi sözlükte yazar hash browns'un yazdıkları da şu şekilde:
"1964'te şirketini kurduğunda pazar bu kadar büyük değildi. spor ayakkabılar genelde sporcuların kullandığı ekipmanlardı. Harcanabilir gelir ve boş zamanın artması, spor yapma alışkanlığının yaygınlaşması, spor aktivitelerinin ticarileşmesi ve küreselleşmesi, reklam, tasarım ve konfora yapılan yatırımlarla spor giyimin günlük kullanımının artması pazarı büyüttü. phil knight bu trende katkıda bulunarak hem de bundan faydalanarak büyük bir global marka ve şirket yarattı. Başından beri spor ayakkabıların iyi satacağına ilişkin güveni tamdı. japon onitsuka'nın distribütörlüğü ile başladığında, pazarda talebin arzdan fazla olduğunu görüyordu. bu güçlü talebi karşılamak için şirketin bilançosunu zorlamaktan çekinmedi. yüksek büyüme oranlarını devam ettirebilmek için tedarikçi ve banka fonlamasını sonuna kadar kullandı. ilk on yıl hep likidite sıkıntısının içinde oldu. bir kaç kez iflasın eşiğinden döndü. Likidite sıkıntısını aşmak için bulduğu yollardan biri perakendecilerden geri ödemesiz ön sipariş almak oldu. bunun karşılığında %7 iskonto verdi. perakendeciler başta buna yanaşmasa da ürünlerin rağbet görmesi kabul etmelerini sağladı. bu program halen kullanılıyor. Önceki iş tecrülerinden kurumsal hayattan lezzet almadığını gördü ve etrafında da genelde o hayat tarzından sıkılan 'unemployable' kişiler toplandı. ilk yönetim kademesi bunlardan oluştu. dolayısıyla nike'ın kültürü de. En etkin pazarlama yöntemi sponsorluk anlaşmaları olduğu için sporcular ve kulüpler ile yakın ilişkiler kurdu. onlara daha bütüncül bir ürün desteği verebilmek için konfeksiyon tarafına da girdi. bu atılım aynı zamanda mağazalardaki raf alanını ve görünürlüğünü artırdı. Sıfırdan başladığı yıllarda pazarın en güçlü oyuncuları adidas ve pumaydı. şu anda ise nike'ın abd'deki pazar payı %21 adidas'ın ise %3.5. nike'ın global satışları 31 milyar dolar, adidas'ın 19 milyar dolar. utangaç bir girişimci için hiç fena değil. * yazdığı 'shoe dog' adlı kitaptan aklımda kalanlar. akıcı ve güzel bir anı kitabı. tavsiye ederim."
Ayrıca kitabı ve Phil Knight için ekşi sözlükte yazar hash browns'un yazdıkları da şu şekilde:
"1964'te şirketini kurduğunda pazar bu kadar büyük değildi. spor ayakkabılar genelde sporcuların kullandığı ekipmanlardı. Harcanabilir gelir ve boş zamanın artması, spor yapma alışkanlığının yaygınlaşması, spor aktivitelerinin ticarileşmesi ve küreselleşmesi, reklam, tasarım ve konfora yapılan yatırımlarla spor giyimin günlük kullanımının artması pazarı büyüttü. phil knight bu trende katkıda bulunarak hem de bundan faydalanarak büyük bir global marka ve şirket yarattı. Başından beri spor ayakkabıların iyi satacağına ilişkin güveni tamdı. japon onitsuka'nın distribütörlüğü ile başladığında, pazarda talebin arzdan fazla olduğunu görüyordu. bu güçlü talebi karşılamak için şirketin bilançosunu zorlamaktan çekinmedi. yüksek büyüme oranlarını devam ettirebilmek için tedarikçi ve banka fonlamasını sonuna kadar kullandı. ilk on yıl hep likidite sıkıntısının içinde oldu. bir kaç kez iflasın eşiğinden döndü. Likidite sıkıntısını aşmak için bulduğu yollardan biri perakendecilerden geri ödemesiz ön sipariş almak oldu. bunun karşılığında %7 iskonto verdi. perakendeciler başta buna yanaşmasa da ürünlerin rağbet görmesi kabul etmelerini sağladı. bu program halen kullanılıyor. Önceki iş tecrülerinden kurumsal hayattan lezzet almadığını gördü ve etrafında da genelde o hayat tarzından sıkılan 'unemployable' kişiler toplandı. ilk yönetim kademesi bunlardan oluştu. dolayısıyla nike'ın kültürü de. En etkin pazarlama yöntemi sponsorluk anlaşmaları olduğu için sporcular ve kulüpler ile yakın ilişkiler kurdu. onlara daha bütüncül bir ürün desteği verebilmek için konfeksiyon tarafına da girdi. bu atılım aynı zamanda mağazalardaki raf alanını ve görünürlüğünü artırdı. Sıfırdan başladığı yıllarda pazarın en güçlü oyuncuları adidas ve pumaydı. şu anda ise nike'ın abd'deki pazar payı %21 adidas'ın ise %3.5. nike'ın global satışları 31 milyar dolar, adidas'ın 19 milyar dolar. utangaç bir girişimci için hiç fena değil. * yazdığı 'shoe dog' adlı kitaptan aklımda kalanlar. akıcı ve güzel bir anı kitabı. tavsiye ederim."
Like it or not, life is a
game. Whoever denies that truth, whoever simply refuses to play, gets left on
the sidelines, and I didn’t want that. (Hayatın oyun olduğunu kabul edersek acaba daha mı rahat
davranız yoksa bu oyunu kazanmak için daha mı çabalarız?)
So that morning in 1962 I
told myself: Let everyone else call your idea crazy . . . just keep going.
Don’t stop. Don’t even think about stopping until you get there, and don’t give
much thought to where there is. Whatever comes, just don’t stop. That’s the
precocious, prescient, urgent advice I managed to give myself, out of the blue,
and somehow managed to take. Half a century later, I believe it’s the best
advice—maybe the only advice—any of us should ever give. (İnandığın yolda vazgeçmeden çalışmaya
devam et dendiğinde kişisel gelişim kitabı mesajı gibi oluyor ama böyle gerçek
bir başarı hikayesi ile süslendiğinde bu söz gerçekten “vurucu” oluyor)
Now, here, you see, it takes
all the running you can do, to keep in the same place. If you want to get
somewhere else, you must run at least twice as fast as that.
The man who moves a mountain
begins by carrying away small stones.
A tiger hunts best when he’s
hungry. (Gerçekten
ihtiyacın olan şey için gösterdiğimiz performans sıradan şeyler için
gösterdiğimiz performanstan her daim fazla oluyor, yoksa daha fazla havuçla mı
doldursak dünyamızı?)
To study the self is to
forget the self.
A wise man climbs Fuji once.
A fool climbs it twice.
Happiness is a how, not a
what. (Kısa
ama net cümle; ne yaptığın ile nasıl yaptığın konusun şirketlerin performans
değerlendirmesinde bile son derece önemli hale gelmişken mutluluğun da bu
bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatan Phil Knight’a teşekkürler)
Business is war without
bullets.
Shoe dogs were people who
devoted themselves wholly to the making, selling, buying, or designing of shoes.
It’s the Greek goddess of
victory. (Nike’ın
Yunan tanrıçası olduğunu da bu kitap sayesinde öğrendim)
Good news travels fast. Bad
news travels faster than Grelle and Prefontaine. On a rocket. (Biz Türkçe’de
kötü haber tez duyulur diyoruz, demek ki her kültürde olan bir şey bu.)
A race is a work of art that
people can look at and be affected in as many ways as they’re capable of
understanding.
I told them that this
program, which we were calling Futures, was the future, for us and everyone
else, so they’d better get on board. Sooner rather than later. (Ah şu türev
ürünler, 2006’da yüksek lisans yaparken üzerinde ürün bile geliştirdiğim ama
sonar hayatımda hiç karşıma çıkmayan türev ürünler, Nike’ın finansman sorunu
için ilaç olmuş bile)
Don’t go to sleep one night.
What you most want will come to you then. (Denemeye değer sanki ama o gece
hangi gece acaba?)
No brilliant idea was ever
born in a conference room, he assured the Dane. But a lot of silly ideas have
died there, said Stahr. (Nedense ben de hem iyi yorumlarımı hem de sıra dışı
fikirlerimi diğer insanlarla bir aradayken değil de kendimle başbaşayken
vermişimdir)
Somebody may beat me—but
they’re going to have to bleed to do it. (İddialı cümle…)
Nike was more than just a
shoe. I no longer simply made Nikes; Nikes were making me. If I saw an athlete
choose another shoe, if I saw anyone choose another shoe, it wasn’t just a
rejection of the brand alone, but of me. (Son iki şirketimde bende de bu algı var, çalıştığım
markaların ılımlı fanatiği oluyorum, ki sadece maaşlı çalışanım, Phil gibi
şirketin kurucusu/sahibi olsam durum holiganlığa bile gidebilir)
Don’t tell people how to do
things, tell them what to do and let them surprise you with their results. (Bu tavsiye
çocuk gelişimi için de veriliyor, bakalım oğlumuz için ne kadar
uygulayabileceğiz)
I let them be, let them do,
let them make their own mistakes, because that’s how I’d always liked people to
treat me.
Vastly trickier than how to
get midsoles from Point A to Point B was the question of Son A and Son B, how
to keep them happy, while keeping Son C, Nike, afloat.
There is no finish line. (Emekliliğe
bakış açım…)
Beating the competition is
relatively easy. Beating yourself is a never-ending commitment. (Yoksa tek
rakibimiz kendimiz miyiz? Peki ya THY?)
He said going public wasn’t
an option. It was mandatory. I needed to solve this cash flow problem, he said,
attack it, wrestle it to the ground, or else I could lose the company. Hearing
his assessment was frightening, but necessary. (Nakit sıkıntısı Phil’I çok yordu, ama
borsaya açıldıktan sonra da kral oldu)
I recall thinking during one
of my nightly runs: Everything is about to change. It’s just a matter of time. (Biz buna kişisel gelişim kitaplarında “değişmeyen tek
şey değişimin kendisidir” diyoruz)
Essentially the American
Selling Price law, or ASP, said that import duties on nylon shoes must be 20
percent of the manufacturing cost of the shoe—unless there’s a similar shoe
manufactured by a competitor in the United States. In which case, the duty must
be 20 percent of the competitor’s selling price. So all our competitors needed
to do was make a few shoes in the United States, get them declared similar,
then price them sky high—and boom. They could send our import duties sky high,
too. And that’s just what they did. One dirty little trick, and they’d managed
to spike our import duties by 40 percent—¬retroactively. Customs was saying we
owed them import duties dating back years, to the tune of $25 million.
Fortune favors the brave. (Kendi fikrini
işi haline getirmeyi düşünen potansiyel girişimci bu cümleyi okuyup şirketin
kuruluş işlemlerini başlatır, net…)
When you see only problems,
you’re not seeing clearly.
I say by pure chance, but is it really? Am I allowed to think that some coincidences are more than coincidental? Can I be forgiven for thinking, or hoping, that the universe, or some guiding daemon, has been nudging me, whispering to me? Or else just playing with me? Can it really be nothing but a fluke of geography that the oldest shoes ever discovered are a pair of nine-thousand-year-old sandals . . . salvaged from a cave in Oregon? Is there nothing to the fact that the sandals were discovered in 1938, the year I was born?
To study the self is to
forget the self. Mi casa, su casa
You measure yourself by the
people who measure themselves by you.
Though we knew that much of
the criticism was unjust, that Nike was a symbol, a scapegoat, more than the
true culprit, all of that was beside the point. We had to admit: We could do
better. We told ourselves: We must do better. Then we told the world: Just
watch. We’ll make our factories shining examples. And we did. In the ten years
since the bad headlines and lurid exposés, we’ve used the crisis to reinvent
the entire company.
Change never comes as fast as
we want it. (Ah
bir de bana sorun, değişmesini istediğim şeyi kaç senedir bekliyorum bi
bilseniz…)
When goods don’t pass
international borders, soldiers will. (Küreselleşen dünyayı harika anlatan bir ifade…)
When it came rolling in, the
money affected us all. Not much, and not for long, because none of us was ever
driven by money. But that’s the nature of money. Whether you have it or not,
whether you want it or not, whether you like it or not, it will try to define
your days. Our task as human beings is not to let it. (Para sana hakim olmak için her şeyi yapar,
dikkat!)
Luck plays a big role. Yes,
I’d like to publicly acknowledge the power of luck. Athletes get lucky, poets
get lucky, businesses get lucky. Hard work is critical, a good team is
essential, brains and determination are invaluable, but luck may decide the
outcome. Some people might not call it luck. They might call it Tao, or Logos,
or Jñāna, or Dharma. Or Spirit. Or God. Put it this way. The harder you work,
the better your Tao. And since no one has ever adequately defined Tao, I now
try to go regularly to mass. I would tell them: Have faith in yourself, but
also have faith in faith. Not faith as others define it. Faith as you define
it. Faith as faith defines itself in your heart. (Şans faktörünü kabullenmek bir erdemdir,
her şeyi şansa tabi ki bağlayamayız ama şansın etkili bir tamamlayıcı olduğunu
ilk kez bu kitapta okumadığımıza göre bizim de kapımızı çalmasını, hatta
kırmasını beklediğimizi haykırabiliriz)
Volkan'cım harika bir özet olmuş. Emeğine sağlık.
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim 👋
YanıtlaSil