7 Ağustos 2016 Pazar

Shoe Dog - Nike'ın Hikayesinden Kendime Dersler

Bu yaz için okunması gereken “business” kitapları listelerinin birinde Shoe Dog’u görüp, nedir ne değildir diye detaylı incelediğimde Nike’ın sahibi Phil Knignt’in anı kitabı olduğunu görünce, sevdiğim ama hikayesi hakkında hiç bir şey bilmediğim bu marka ve arkasında yatan muhtemel bir başarı hikayesi için kitabı edinme kararı aldım. Ardından, bu aralar telefonumda kullandığım “goodreads” adlı uygulamada okumakta olduğum kitaplar listesine bu kitabı eklerken aslında kitabın sadece önerilmekle kalmadığı bir hayli de beğenildiğini hem notundan hem de yorumlarından farkettim. Yaklaşık 760 sayfalık kitabı bitirince de kendim için aldığım notlarla birlikte bir değerlendirme yapmak istedim.

Bir kere daha önce hakikaten hakkında hiç bir şey bilmediğim Phil Knight’i çok sevdim. Sanırım bunda en önemli faktörde onun da benim gibi PwC adlı denetim firmasından geliyor olması önemli faktör oynadı. Bununla birlikte bir ortak noktamız daha var; o da bazı konularda tepkisini koymakta benim gibi zorlanıyor ve susarak, tepkisizlikle konuya cevabını veriyor. Şirketin kuruluş aşamalarında kendisine çalışanlarından gelen talepkar postalara cevap vermemesi hayır diyememesinin en basit örneği, ama o sorun yaşamamak için, hayır yerine susmayı tercih etmiş. Daha önce hayır diyebilme konusunda okuduğum bir kitapta eğer kolay hayır diyemiyorsanız, evet demek yerine susun deniyordu, Phil de bunu başarıyla uyguluyor. Ama Phil’in de gayet dik bir duruş sergileyip “hayır” demeyi bildiği noktalar da var; ilk aklıma gelen, yine benim mesleki tecrübemle yakın olmasından ötürü, şirketine verilen yüklü gümrük vergisi cezası için idari makamlara sonuna kadar itiraz etmesi, hakkını aramak için her türlü araştırma ve girişimde bulunması yazdığı başarı hikayesi için de dönüm noktası oldu.

Kitapta hikayesini yıl yıl anlatması çok hoşuma gitti. Olayların ardı ardına tarihsel olarak devam etmesi kendimi hikayenin içinde hissetmemi sağladı.

Hacettepe Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler okurken bölüm başkanımız yazın mutlaka biyografi ya da otobiyografi okumamızı önerirdi ve kişilerin yaşanmış hikayelerinden kendimize çok iyi dersler çıkarabileceğimizi söylerdi. Son 2-3 yıl içerisinde okuduğum kitaplardan Steve Jobs ve Alex Ferguson’dan bu bağlamda güzel şeyler edindiğimi düşünürken, bu kitap ta kesinlikle fayda açısından (oto)biyografilere  ve anı kitaplarına önem vermemi sağlayacak cinsten oldu.

İngilizce olarak okuduğum kitaptan hoşuma giden bazı alıntılar yaptım. Aşağıda da bunların bir kısmına kısa yorumlar yaparak içselleştirmek istedim. Bakalım ileride bu notları okuduğumda neler düşüneceğim…

Bu arada kitabı okumayı düşünenler için, kesinlikle tavsiye ederim. Özellikle girişimcilik konusunda cesarete ihtiyacı olanlarla, çok paraya sahip olunca hayatın nasıl değiştiğini merak edenler için güzel ipuçları içeriyor bu kitap…

Ayrıca kitabı ve Phil Knight için ekşi sözlükte yazar hash browns'un yazdıkları da şu şekilde:

"1964'te şirketini kurduğunda pazar bu kadar büyük değildi. spor ayakkabılar genelde sporcuların kullandığı ekipmanlardı. Harcanabilir gelir ve boş zamanın artması, spor yapma alışkanlığının yaygınlaşması, spor aktivitelerinin ticarileşmesi ve küreselleşmesi, reklam, tasarım ve konfora yapılan yatırımlarla spor giyimin günlük kullanımının artması pazarı büyüttü. phil knight bu trende katkıda bulunarak hem de bundan faydalanarak büyük bir global marka ve şirket yarattı. Başından beri spor ayakkabıların iyi satacağına ilişkin güveni tamdı. japon onitsuka'nın distribütörlüğü ile başladığında, pazarda talebin arzdan fazla olduğunu görüyordu. bu güçlü talebi karşılamak için şirketin bilançosunu zorlamaktan çekinmedi. yüksek büyüme oranlarını devam ettirebilmek için tedarikçi ve banka fonlamasını sonuna kadar kullandı. ilk on yıl hep likidite sıkıntısının içinde oldu. bir kaç kez iflasın eşiğinden döndü. Likidite sıkıntısını aşmak için bulduğu yollardan biri perakendecilerden geri ödemesiz ön sipariş almak oldu. bunun karşılığında %7 iskonto verdi. perakendeciler başta buna yanaşmasa da ürünlerin rağbet görmesi kabul etmelerini sağladı. bu program halen kullanılıyor. Önceki iş tecrülerinden kurumsal hayattan lezzet almadığını gördü ve etrafında da genelde o hayat tarzından sıkılan 'unemployable' kişiler toplandı. ilk yönetim kademesi bunlardan oluştu. dolayısıyla nike'ın kültürü de. En etkin pazarlama yöntemi sponsorluk anlaşmaları olduğu için sporcular ve kulüpler ile yakın ilişkiler kurdu. onlara daha bütüncül bir ürün desteği verebilmek için konfeksiyon tarafına da girdi. bu atılım aynı zamanda mağazalardaki raf alanını ve görünürlüğünü artırdı. Sıfırdan başladığı yıllarda pazarın en güçlü oyuncuları adidas ve pumaydı. şu anda ise nike'ın abd'deki pazar payı %21 adidas'ın ise %3.5. nike'ın global satışları 31 milyar dolar, adidas'ın 19 milyar dolar. utangaç bir girişimci için hiç fena değil. * yazdığı 'shoe dog' adlı kitaptan aklımda kalanlar. akıcı ve güzel bir anı kitabı. tavsiye ederim."
 
 
In the beginner’s mind there are many possibilities, but in the expert’s mind there are few. (ee ben bunu şöyle yorumluyorum; tecrübe bazı ihtimallerin aslında ihtimal dahilinde olmadığını görebilmektir.)

Like it or not, life is a game. Whoever denies that truth, whoever simply refuses to play, gets left on the sidelines, and I didn’t want that. (Hayatın oyun olduğunu kabul edersek acaba daha mı rahat davranız yoksa bu oyunu kazanmak için daha mı çabalarız?)

So that morning in 1962 I told myself: Let everyone else call your idea crazy . . . just keep going. Don’t stop. Don’t even think about stopping until you get there, and don’t give much thought to where there is. Whatever comes, just don’t stop. That’s the precocious, prescient, urgent advice I managed to give myself, out of the blue, and somehow managed to take. Half a century later, I believe it’s the best advice—maybe the only advice—any of us should ever give. (İnandığın yolda vazgeçmeden çalışmaya devam et dendiğinde kişisel gelişim kitabı mesajı gibi oluyor ama böyle gerçek bir başarı hikayesi ile süslendiğinde bu söz gerçekten “vurucu” oluyor)

Now, here, you see, it takes all the running you can do, to keep in the same place. If you want to get somewhere else, you must run at least twice as fast as that.

The man who moves a mountain begins by carrying away small stones.

A tiger hunts best when he’s hungry. (Gerçekten ihtiyacın olan şey için gösterdiğimiz performans sıradan şeyler için gösterdiğimiz performanstan her daim fazla oluyor, yoksa daha fazla havuçla mı doldursak dünyamızı?)

To study the self is to forget the self.

A wise man climbs Fuji once. A fool climbs it twice.

Happiness is a how, not a what. (Kısa ama net cümle; ne yaptığın ile nasıl yaptığın konusun şirketlerin performans değerlendirmesinde bile son derece önemli hale gelmişken mutluluğun da bu bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatan Phil Knight’a teşekkürler)

Business is war without bullets.

Shoe dogs were people who devoted themselves wholly to the making, selling, buying, or designing of shoes.

It’s the Greek goddess of victory. (Nike’ın Yunan tanrıçası olduğunu da bu kitap sayesinde öğrendim)

Good news travels fast. Bad news travels faster than Grelle and Prefontaine. On a rocket. (Biz Türkçe’de kötü haber tez duyulur diyoruz, demek ki her kültürde olan bir şey bu.)

A race is a work of art that people can look at and be affected in as many ways as they’re capable of understanding.

I told them that this program, which we were calling Futures, was the future, for us and everyone else, so they’d better get on board. Sooner rather than later. (Ah şu türev ürünler, 2006’da yüksek lisans yaparken üzerinde ürün bile geliştirdiğim ama sonar hayatımda hiç karşıma çıkmayan türev ürünler, Nike’ın finansman sorunu için ilaç olmuş bile)

Don’t go to sleep one night. What you most want will come to you then. (Denemeye değer sanki ama o gece hangi gece acaba?)

No brilliant idea was ever born in a conference room, he assured the Dane. But a lot of silly ideas have died there, said Stahr. (Nedense ben de hem iyi yorumlarımı hem de sıra dışı fikirlerimi diğer insanlarla bir aradayken değil de kendimle başbaşayken vermişimdir)

Somebody may beat me—but they’re going to have to bleed to do it. (İddialı cümle…)

Nike was more than just a shoe. I no longer simply made Nikes; Nikes were making me. If I saw an athlete choose another shoe, if I saw anyone choose another shoe, it wasn’t just a rejection of the brand alone, but of me. (Son iki şirketimde bende de bu algı var, çalıştığım markaların ılımlı fanatiği oluyorum, ki sadece maaşlı çalışanım, Phil gibi şirketin kurucusu/sahibi olsam durum holiganlığa bile gidebilir)

Don’t tell people how to do things, tell them what to do and let them surprise you with their results. (Bu tavsiye çocuk gelişimi için de veriliyor, bakalım oğlumuz için ne kadar uygulayabileceğiz)

I let them be, let them do, let them make their own mistakes, because that’s how I’d always liked people to treat me.

Vastly trickier than how to get midsoles from Point A to Point B was the question of Son A and Son B, how to keep them happy, while keeping Son C, Nike, afloat.

There is no finish line. (Emekliliğe bakış açım…)

Beating the competition is relatively easy. Beating yourself is a never-ending commitment. (Yoksa tek rakibimiz kendimiz miyiz? Peki ya THY?)

He said going public wasn’t an option. It was mandatory. I needed to solve this cash flow problem, he said, attack it, wrestle it to the ground, or else I could lose the company. Hearing his assessment was frightening, but necessary. (Nakit sıkıntısı Phil’I çok yordu, ama borsaya açıldıktan sonra da kral oldu)

I recall thinking during one of my nightly runs: Everything is about to change. It’s just a matter of time. (Biz buna  kişisel gelişim kitaplarında “değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” diyoruz)

Essentially the American Selling Price law, or ASP, said that import duties on nylon shoes must be 20 percent of the manufacturing cost of the shoe—unless there’s a similar shoe manufactured by a competitor in the United States. In which case, the duty must be 20 percent of the competitor’s selling price. So all our competitors needed to do was make a few shoes in the United States, get them declared similar, then price them sky high—and boom. They could send our import duties sky high, too. And that’s just what they did. One dirty little trick, and they’d managed to spike our import duties by 40 percent—¬retroactively. Customs was saying we owed them import duties dating back years, to the tune of $25 million.

Fortune favors the brave. (Kendi fikrini işi haline getirmeyi düşünen potansiyel girişimci bu cümleyi okuyup şirketin kuruluş işlemlerini başlatır, net…)

When you see only problems, you’re not seeing clearly.

I say by pure chance, but is it really? Am I allowed to think that some coincidences are more than coincidental? Can I be forgiven for thinking, or hoping, that the universe, or some guiding daemon, has been nudging me, whispering to me? Or else just playing with me? Can it really be nothing but a fluke of geography that the oldest shoes ever discovered are a pair of nine-thousand-year-old sandals . . . salvaged from a cave in Oregon? Is there nothing to the fact that the sandals were discovered in 1938, the year I was born?

To study the self is to forget the self. Mi casa, su casa

You measure yourself by the people who measure themselves by you.

Though we knew that much of the criticism was unjust, that Nike was a symbol, a scapegoat, more than the true culprit, all of that was beside the point. We had to admit: We could do better. We told ourselves: We must do better. Then we told the world: Just watch. We’ll make our factories shining examples. And we did. In the ten years since the bad headlines and lurid exposés, we’ve used the crisis to reinvent the entire company.

Change never comes as fast as we want it. (Ah bir de bana sorun, değişmesini istediğim şeyi kaç senedir bekliyorum bi bilseniz…)

When goods don’t pass international borders, soldiers will. (Küreselleşen dünyayı harika anlatan bir ifade…)

When it came rolling in, the money affected us all. Not much, and not for long, because none of us was ever driven by money. But that’s the nature of money. Whether you have it or not, whether you want it or not, whether you like it or not, it will try to define your days. Our task as human beings is not to let it. (Para sana hakim olmak için her şeyi yapar, dikkat!)

Luck plays a big role. Yes, I’d like to publicly acknowledge the power of luck. Athletes get lucky, poets get lucky, businesses get lucky. Hard work is critical, a good team is essential, brains and determination are invaluable, but luck may decide the outcome. Some people might not call it luck. They might call it Tao, or Logos, or Jñāna, or Dharma. Or Spirit. Or God. Put it this way. The harder you work, the better your Tao. And since no one has ever adequately defined Tao, I now try to go regularly to mass. I would tell them: Have faith in yourself, but also have faith in faith. Not faith as others define it. Faith as you define it. Faith as faith defines itself in your heart. (Şans faktörünü kabullenmek bir erdemdir, her şeyi şansa tabi ki bağlayamayız ama şansın etkili bir tamamlayıcı olduğunu ilk kez bu kitapta okumadığımıza göre bizim de kapımızı çalmasını, hatta kırmasını beklediğimizi haykırabiliriz)

2 yorum:

Google adsense

Analytics