Geç de olsa Haruki Murakami ile tanıştım. İyi ki lerimden
biri oldu bu tanışma. Şu aralar elimde kendisine ait okuduğum üçünci kitap olan
“Karanlıktan Sonra” var. Yine okudukça kendi dünyasının içine çeken farklı bir
deneyimin içine çekiyor bu kitabı ile beni… Bu fırsatı hazır yazlıktayken
bulmuşken, okuduğum diğer iki kitabından aldığım notları mı da toparlayıp
benimle beraber blog’uma taşıyayım da ruhumun ihtiyacı olduğunda dönüp gıdamı
alayım istedim.
Nasıl derin, nasıl nitelikli… Çevirisinde bile anlamını,
vuruculuğunu yitirmeyen, delip geçen ya da iz bırakan taneler…
“Sahilde Kafka”dan (Kafka on the Shore)
İnsan bir şeyleri ne kadar isterse istesin, o şeyler asla
kendiliğinden çıkıp gelmez. İnsan bir şeylerden özel olarak uzak durmaya
çalıştığında ise, o şeyler kendiliğinden insanın üzerine üzerine gelir.
Rüzgâr eser. Hırçın rüzgârlar da vardır, insanın ruhunu
okşayan rüzgârlar da. Fakat tüm rüzgârlar, gün gelir yitip gider.
Haddinden uzun düşünmek, hiç düşünmemiş olmaktan
farksızdır.
Anılar, insanın vücudunu içten içe ısıtan şeylerdir.
Fakat aynı zamanda insanın içini lime lime de edebilirler.
Ölüm yaşamın karşıtı olarak değil, parçası olarak vardır.
Herkesle aynı şeyleri okuyunca, ister istemez herkes gibi
düşüneceksin. Bu da kabalık ve sıradanlık olur.
İnsanın çevresi olanaklarla dolu olunca bundan
yararlanmamak son derece zor geliyor. Gücün var, yeteneklerini değerlendirebileceğin
bir yer var, sen gene de bir şey yapmadan yolunda gitmek istiyorsun, öyle mi?
Zenginliğin en büyük üstünlüğü nedir biliyor musun? Paran
olmadığını söyleyebilmektir.
“İmkansızın
Şarkısı”ndan (Norwegian Wood)
Mektuplar, kâğıttan başka bir şey değil, dedim.
Yakılsalar bile, yürekte kalması gereken, kalır, ve yakılmayıp saklansalar
bile, kalmayan kalmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder