askerlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
askerlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Kasım 2009 Pazar

Volkan Yorulmaz Urfa’dan Bildiriyor…

Uh la la la la…
Volky çıktı yine nöbete…
Uh la la la la…
Volky yine tetikte…
Uh la la la la…
Volky yine kulede…
Uh la la la la…
Düşmana gün yüzü yok yine…

Kendimce eğleniyorum işte nöbetlerde böle. Çok keyifli olmasa da yine de sabır etme konusunda insanın becerisini oldukça geliştirdiği şüphesiz. Bu cumartesi günü çarşı izin listesinde adımın yanında “GÖREV” yazdığı için maalesef içerdeyim. Yaklaşık 1 saat sonra nöbete çıkacağım. İçerde farklı bir şeyler yapıp biraz müzik dinleyerek bir şeyler not almak istedim. Kısmetse ilerde dönüp askerlik günlerimi hatırlamak istersem iyi olur diye düşündüm. Askerliğin nesini hatırlamak isteyeyim ki diye düşünmüyorum. Çünkü bana nöbetlerin öğrettiği en güzel şey acı çekerken bile insan bir keyif alıyormuş ve birgün geriye dönüp baktığında insan o günleri de pekala özlüyormuş. İşte sırf bu yüzden nöbetlerde o nefret ettiğim Ankara günlerini bile içimde bir uhdeyle anımsıyorum ve “way be aslında o kadar da kötü değimli” diye iç geçiriyorum.

Bugün şafak “atarsa” 64! Yani Uşak. Plakasını önceden bildiğim şehirlerden, denetim için gittiğim, o güzel kebaplarını yediğim biryer olması sebebiyle bugünü sevdim. Ama sanırım asıl nedeni tatil günü olması. İçerdeyken en çok Cuma akşam saatlerinden keyif alıyorum. En keyifsiz olduğum anlar ise Pazar akşamı ile pazartesi sabahları oluyor. Buradaki pazartesi sendromunun sebebi “alay içtiması”. Zaten onu atlattıktan sonra günler akıyor bir şekilde. Bir şekilde diyorum çünkü akarken her zaman aynı güzellikte olmuyor. Ama yine de burada görmemek, duymamak ve kala almamak adına büyük bir gelişim sergiledim. Önceki kadar takılıp kalmıyorum karşılaştığım hoşnutsuz durumlara. He diyip geçmeye başladım bazı sinir bozucu olaylara.

Şafak doğan güneşe yaklaştıkça başlarda kurduğum büyük hayallerden öteye daha küçük hayaller kurmaya başladım. Sınav, kariyer gibi hedefler halen olsa da ailemle, sevdiklerimle beraber yemek içmek, kendime yeni bir şeyler almak, haftasonları evimde rahat rahat filmimi izleyip müziğimi dinlemek yapılacaklar listemde daha öncelikli bir hal almaya başladı.

Bir an önce şu günleri geçirip (ruh ve akıl sağlığı ile) İzmir’ime bir an önce dönmek istiyorum artık.

Volky nöbete kaçar,
Şafak atar…

11 Ekim 2009 Pazar

Urfa’da 2 Ay


Tarih 11 Ekim, yani Urfa’daki 2.ayım. Sabah saat 7:40. Gece 2-4 nöbeti sonrası 2 saatlik uykuyla ayaktayım. Ama çarşı iznimin olması içimi kıpır kıpır etmeye yetiyor.

Artık şafağım çift haneli. Şafak metrem bugün 98’i gösteriyor. Çift hanelere indirmek öncelikli hedefimdi, onu başardım, bir sonraki hedef şehirlere inmesi, daha sonra bayramda annemin yanıma gelmesi, sonra yeni kısa dönemlerin alaya gelmesi ve tek haneler…

Tanrı bana ve tüm askerlere sabır ve güç versin ki şu süreci en az hasarlara kapatıp sevdiklerimize ve özlediklerimize kavuşalım.

PS: avucumda elmas ve nergiz yazıyor. Böyle parola ve işaret seçen zihniyete selamlar!

4 Ekim 2009 Pazar

Urfa'da Köşe Yazısı

Bu yazıyı çarşıda okudum, hatıra kalsın istedim Haşmet'ten....


Yaşamak güzel!.. Berbat olan yaşadıklarımız!

***

Fizyolojiyi bir yana bırakırsak, zihin yapısı ve dünya algısı olarak "çocukluk" ne zaman biter? Ergenlikte mi? 20'li yaşlarda mı? İşe girince mi? Ne zaman, nerede biter çocukluk? Cevabım şaşırtıcı gelebilir ama gerçekte çocukluğun sonu çok erken gelir! Okula başlanır ve birkaç hafta sonra biter çocukluk! Çünkü okul başlayınca saat de işlemeye başlar. Yetişkinlerin saati!.. Çocuğun sabah uyanışını, evden çıkışını, derslerini, eve dönüşünü, oyun zamanını; daha doğrusu artık bütün hayatını düzene koyan saat! Oysa çocukluk "saatsiz"dir. Çocukluğun zamanı dakiklik nedir bilmez. Vahşidir, dilimlenmemiştir, programlanmaya direnir. Bir kez düzene girdi mi, gerçek çocukluk hapı yutar. Birden büyür çocuk. Dikkat edin, farkı fark edeceksiniz!

***

Zamanın değerini bil denir hep! Ama "zamanın değerini yetişkinler bilir, çocuklar bilmez" (Jay Griffiths) Çocukluğun değeri de tam oradadır işte!

***

Hastasına tutkuyla bağlanan hastabakıcı... Bazı aşk ilişkileri öyledir. Seven sevdiğinin "iyileşmesi"ni istemez! Ona bakar, kollar, kucaklar, "hapını" yutturur ama taburcu olmasına izin vermez. Ayaklarının üzerinde durmasını, sokağa karışmasını önler.

***

Durup dururken (!) aklıma Simone De Beauvoir-Jean Paul Sartre ilişkisi geldi yine! Daha doğrusu bu ilişkinin finali... Simone henüz liseli bir kızken tanışmışlardı. Hep birlikte oldular ama başka aşkların peşinden koşmayı da ihmal etmediler. Her seferinde birbirlerine döndüler. Yine de Simone'nin içinde "bu ilişkide bir eksiklik var" duygusu yer etmişti! Sanki bir türlü yeterince yakın değildiler. Hatta dostlarının anlattıklarına bakılırsa aralarındaki konuşmalarda hep resmi ve sakıngan bir dil hâkimdi! Ben Simone'nin o eksiği Sartre'ın öldüğü akşam gidermeye çalıştığını düşünür ve düşündükçe ürperirim. Olay şöyledir: Sartre'ın cansız, kangren yaralarıyla dolu ve pörsümüş bedeni hastanedeki odada çarşafın altında uzanmaktadır. Simone hemşirelerden izin ister, kapıyı kapatır ve çarşafı kaldırıp Sartre'ın yanına uzanır. Sabaha kadar orada kalır.

***

Çarçabuk bastıran yaz özlemleri: 1- Gecenin sabaha dönen saatlerine kadar kasaba meydanında bir kahvede oturup dostlarla sohbet etmek... 2-Sabah rüzgârla uçuşan perdeden sızan güneşe bakarak uyanmak.. 3- Bıçkın converse'ler, güzel ayaklara tembel bir uyumla bağlanmış şık sandaletler, güneş yanığı tenlerin üzerinden süzülen tuzlu su damlacıkları... 4- Hanımeli ve yasemin kokuları... 5- Sıcaktan herkesin ortadan çekildiği öğle vakitlerinde dolaşmak...

Google adsense

Analytics