19 Şubat 2017 Pazar

Dehşet bir başağrısının ardından…

Sakin bir Pazar öğleden sonrasında salonda ayaklarımı uzatıp keyifle birşeyler yazmak istiyorum. En azından buna vakit ayırabilmek güzel. Ne zamandır yazmak için birşeyler beni tetikliyor ama ya ben tembel bir modumda oluyorum ya da halim kalmamış, Okan’dan fırsat bulamamış oluyorum. Ama bugün içimde birikenleri yazıp dışarı çıkaracağım. İşte bu yüzden çalışmak için kaçtığım, kendime ayırdığım bu vakitte işe bir mola verip kendimle başbaşa kalıyorum. Kulağımda Jack Johnson’ın 2008 yılında çıkardığı "Sleep Through the Static" albümü ile bakalım kelimeler beni nereye sürükleyecek. 

Yoğun günler geçiriyorum iş anlamında. Hep yoğunuz belki de, herkes de yoğun sorduğunda aslında. Ama bu aralar bir hayli yoğun, artık kontrolü kaçacak, yönetmek de zorlanacak kadar bazen… Mesai yapsan da anca operasyonel işleri yetiştirebildiğin, kendini geliştirmene, günceli takip etmene fırsat vermeyecek derece bir iş yükünden bahsediyorum. Geçtiğimiz Cuma’da yine böyle sıkışık, nefes aldırmayan bir tempo ile adeta akarken birden işler akmamaya, bazı şeyler ters gitmeye başladı. Burada spesifik örnekler vermek yerine işler sarpa sardı diyip o anları hatırlamak dahi istemediğimi belirterek hızlıca geçmek istiyorum. Ardından dibe yakın bir moralle mesai saati geldi çattı, kalan işleri toparlamak ve en azında haftasonuna bu yükle girmemek için fazla mesai de yapıp biraz vücudumun ve beynimin rölantiye geçmesini sağlayarak fabrikadan ayrıldım. Her zaman kalabalık olan Karşıyaka servisi bile Cuma olmasından ötürü ben dahil sadece 4 yolcu ile yola çıktı. (Kulağımda şu an “What is the purpose of life?” diye fısıldayan Jack Johnson acaba bana birşeyleri sorgula mı diyor tam da bu “derin” yazıyı yazarken) 

 
Yolda Spotify’dan daldan dala müzikler dinleyip twitter’da kafa dağıtmaya çalışırken kafamda gün içinde yanlış giden şeyler için suçlular ve hatayı tetikleyenler listesi yapmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Bir yandan da pozitif olmaya ve önüme bakmaya gayret ediyordum ama kafam deli sorular sorup daha da deli yorumlar yapmayı kesmiyordu. Tüm bunların en iyi molası haftasonu idi. Ama bu haftasonu AVM’lerde geçirilmeyecek kadar değerliydi. Açıkhavaya çıkmalı, biraz doğa ile iç içe olmalı, kısaca uzaklaşmalıydım. Planımı yaptım, yarın Seferihisar’a yazlığa kaçmalıydım. Cuma olmasına rağmen yolda trafik yoktu ve Torbalı’dan Karşıyaka’ya yaklaşık 45 dakika’da geldik. Eve girmeden önce marketten göreceli olarak sağlıklı olduğunu düşündüğüm aburcuburlardan alıp 8 buçuk gibi eve girdim. Yaklaşık 45 dakika kadar da Okan ile vakit geçirdikten sonra evin gizli patronunun uykusu gelmesi ile Nilgün Okan’ı yatağa götürdü ve benim için de günün en rahat zaman dilimi start aldı. En kısık sesiyle TV’yi açıp biraz Survivor izleyip kafamızı dağıttık. Sonra da aylardır tüm sezonu harddisk’te bekleyen ama vakit bulamadığımız için izleyemediğimiz “The Night of” dizisinin ilk bölümünü izledik. 1 saat 10 dakikalık bölümü “uyumadan bitirme” motivasyonu ile izleyip yattık.  

 
Servisten inip kendimi aburcuburla ödüllendirme süreci ile başlayan silsile, Okan’ın yatağa gidip bizim başbaşa eşimle bir dizi izlememizle sürmüştü. Vücudum gün içinde yaşadığı stres savaşının izlerini uyku ile atmaya hazırdı. Yorgunlukla beraber çoğu zaman olduğu gibi çok çaba göstermeden 12’den önce uykuya daldım. Ama normal olmayan birşeyler vardı bu Cuma gününde ve öyle normal de bitmemeliydi… Saat 1 buçukta kendimi kafamı tutarak yatakta farklı şekillere soktuğum bir an Nilgün “noldu?” diye sorunca artık gizleyecek bir şey yok diye düşünüp “başım çok ağrıyor” dedim. Dizi izlerken de aslında biraz sinyal vermişti bünye ama uyuyunca geçer diye düşünmüştüm, aksine uykuda zirve yaptı. Başımın özellikle arkası sanki binlerce nöronu hissedercesine karıncalanıp çılgınca ağrıyordu. Bir Minoset aldım, her zaman işe yarardı ama geçen 10 dakikada işe yaramamıştı. Buzdolabından önce buz kalıbı alıp başımın ağrıyan bölgelerinde gezdirdim. İşe yaramayınca kafamı mutfak penceresinden çıkarıp biraz üşüsem belki geçer diye düşündüm. Huzur operasyonu tarzı birşeyler oluyordu, sürekli helikopter geçiyordu Karşıyaka semalarında. Bu yöntem de cevap vermeyince bu kez bir önceki metod olan buz kalıbını bir havluya sarıp bir daha uyguladım. Ağzıma sebebini bilmesem de Olips attım. Salonda, mutfakta, oturma odasında gezip kendimi yormaya çalıştım. Kafamda adeta bir takım çıtırtılar vardı ve son zamanlardakinden çok farklı bir baş ağrısıydı bu. Neyse ki hayatta sadece güzel şeyler değil kötü şeyler de bitiyormuş. Başımın ağrısı biraz azalınca, özellikle şiddetli ağrıyan kısmı yatağa değmeyecek şekilde (evet yastığa tahammül edemiyordum, bir kenara koydum) yan yatıp uykuya daldım. 


Sabah uyandığımda gece aldığım mesajın farkındaydım. Kendime yapmıştım yine… Bir gün önce yine kendimi kasıp stres seviyelerini zorladıktan sonra vücut bu savaşı gün içerisinde kağıt üzerinde kayıpsız geçmiş ama akşam rahatladığında da bayrağı kaldırmıştı. Bir yanda sorumluluk, bir yanda hedefler olunca karşılaşılan sorunları rölantide bir motorla çözmeyi başaramamıştım. Yaşadığım gerginlik rahatladığım anda da kapalı zarf usulü gün içinde yaşadıklarının faturasını çıkarmıştı önüme… Bunu kendime yapmamalıydım. Sebebi ne olursa olsun, aileme karşı da işime olduğu gibi sorumluluklarım vardı. 34 yaşında bir baş ağrısı olarak bana mesaj çakan bu yüksek seviyedeki stres bundan bir 10 sene sonra çok daha ciddi tahribat yaratabilirdi. 


Bunları kafamda kurarak başladığım Cumartesi sabahı planladığım gibi kahvaltı sonrası ailece hazırlanıp yazlığa gitmek üzere yola çıktık. Annemi de alıp Seferihisar’a doğru yol aldık. Yolda Nilgün gece yaşadığım baş ağrısını ve bunun bir güm önce işte yaşadığım stres ve kaygı ile ilişkisini anneme de anlatınca, kendime sabah verdiğim mesajları bir de ailemden dinledim, pekiştirdim. 
 
Eee buraya kadar sorunun kağıt üzerindeki sebebini yüzeysel, sorunu detaylı olarak paylaştım da ya sonrası? Yarın yeni bir sayfa, yeni bir gün. Pazartesi yine bir çok yapılması gereken iş, okunması gereken mail, yazılması gereken cevap ile gelecek. Ve kestiremediğim bir çok zorluk ve terslik potansiyelini de yine içinde barındıran bir hafta olacak. İşte bu yüzden ne yaşarsam yaşayayım zorlukları kabullenip bununla mücadele etmem lazım. Hedeflediğim yerdekilerle benim aramdaki fark biraz tecrübe ve biraz da soft skill ise bunu gidermenin en önemli aracı da bu yolda her türlü zorluğu Ronaldo gibi topu göğsünde yumuşatıp sonra en iyi vuruşunla adrese göndermekten geçiyor. Bu aralar tekrar tekrar sıkılmadan dinlediğim bir şarkı var, Sagopa Kajmer’in 366. Gün şarkısı. Bu şarkının bence en vurucu sözleri şöyle: 
 
Kurulu bir makinayım, ya arıza yaparsam?
İstemediğim halde ya devrelerimi yakarsam?
Dik durmam gerek, ya yere yıkılırsam?
Ya bir çuval inciri mahveden ben olursam?
Bir daha düşünecek olsam aynı yanlışı iki kere yapar mıydım?
sanmam.
İnkarı bırak kabullen, kabullenmekten başka çaren yok.
Ne de zor oluyor aradıklarını bulman.
Pek de zor oluyor aradıklarını bulman. 

Özetle kolay bir zafer yok hayatta. Hedeflerden vazgeçmek de yoksa günün sonunda, bu hedeflere sakin kalarak ulaşmak en hayırlısı ve en sağlıklısı bence. En basit haliyle, başarısızlıktan korkmadan başarının anahtarını kovalamaya devam... İşte yarından itibaren yeni hedefim gün içinde karşılaştığım can sıkıcı konuların ne ilk ne de son olduğunun bilincinde olarak daha dingin kalıp kaygılardan uzak yola devam edeceğim. Alınacak çok yol varsa eğer, bunun için harcayacak da çok enerjim var!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Google adsense

Analytics